Dünden bugüne!.. Kıymetli okurlarım, yeni bir yıla girdiğimiz şu günlerde ben de yazılarımda bazı değişiklikler yapmayı uygun buldum.
Bildiğiniz üzere bir süredir batının düşmanlığı ve değişmeyen fikirleri hususunu tarihin çeşitli dönemlerinden kesitlerle ifade etmeye gayret etmiştim. Şimdiyse yönümüzü kendi geçmişimize çevirerek batı düşmanlığının temellerini çeşitli perspektiflerle aktarmaya çalışacağım.
Bilindiği üzere batı dünyası hemen her asır benzer davranışlar sergilemiş ve fırsat buldukları her dönem adeta Müslümanların üzerine çullanmış ve vahşeti hep çok sevmişlerdi. Ne yazık ki bu tutumları Roma döneminde de yakın tarihimizde de aynı olmuştur. Tarihin tozlu raflarına bakıldığında konu hakkında gerçekten tahmin edilenden daha fazla örnek olduğu şaşırtıcıdır.
Onların bize düşman gözüyle bakması ise oldukça tabii bir durumdur. Yaşananları unutturmak için ellerinden geleni yapma gayretleri ise hiçbir vakit bitmeyecektir. Bu nedenle, Tripoliçe Katliamı, Kudüs katliamı, Ermeni zulmü ve katliamı, Bulgar İsyanı sırasında yaşanan vahşet, Endülüs düştüğünde meydana gelen zulüm ve daha yüzlercesi unutulmaya yüz tutarken yakın tarihimizde Azerbaycan, Irak, Suriye, Filistin katliamları henüz tazedir. Öyle ki, elinde silahla camiye dalıp ibadet eden insanları tarayan ve 52 Müslüman’ı şehit eden kişi de aslında gerçeğin başka bir tarafıdır. İyi ama niçin bu kadar düşmanlar?
Kıymetli okurlarım, bu sorunun cevabını aramak için İslâm’ın yeryüzüne indirildiği döneme ve Türk kavmimizin İslâm ile tanışması sonrası neler olduğuna bakacağız. Olayın yalnızca batı yönüne bakarak karar vermek bana, işin kolayına kaçmak gibi geliyor. Bu nedenle, meselenin diğer tarafına da bakmayı bu sırada da hem İslâm hem Türk Tarihimize yeni pencereler açmayı amaçlıyorum. Bir yandan bildiklerimizi hatırlayıp diğer yandan yeni bilgilere vakıf olarak yolumuza devam etmek her yönüyle iyi olacağı kanaatindeyim.
Oryantalist fikirlerin yayılmacı politika izlediği dönemlerde Hindistan ileri gelenlerinden birisine rivayetle şöyle bir hikâye anlatılır. “İngilizler geldiklerinde ellerinde İncil, bizde ise kıymetli madenler vardı. Bir süre sonra fark ettik ki, İncil bizim, madenler ise onların ellerindeydi ve onlara köle idik.” İşte kıymetli okurlarım aslında meselenin en önemli boyutlarından birisi budur. Çıkar meselesinde yaşanan çatışma, buna benzer örnekler cahiliye devrinde de yaşanmıştır. Peygamberimizin amcası ve Kureyşin ileri gelenlerinden Ebu Leheb, Ebu Cehil, Ebu Süfyan gibi önemli kişiler Kureyş’de bulunan Kâbe sayesinde kazandıkları zenginlikten vazgeçmeyi istemedikleri için mucizeleri görüp bildikleri hâlde Müslüman olmamışlardır. Allah’ın nasip etmediği gerçeği işin farklı boyutudur ama içlerinden Ebu Süfyan dışındakiler kıyamete kadar kötü olarak anılacaktır. Ebu Süfyan ise sonrasında İslâm ile şereflenmiştir.
Bilindiği üzere o dönemde Kutsal Kâbe’de yüzlerce putun oluşu ve Mekke’nin ticaret merkezi olması bölgenin eşsiz kılmak için yeterliydi. Daha evvelinde Kâbe’yi yıkıp kendi yaptığı tapınağı merkez yapıp ticareti elinde tutmak isteyen Ebrehe, ordusuyla Kâbe önlerine kadar gelmiş ama fillerle dolu ordusu ebabil kuşlarına yani Allah’ın emrine yenilmişti. Çünkü Allah’ın bir vaadi vardı ve onun izni olmadan kim dokunabilir ki?
Konumuza dönecek olursak, Kureyşin ileri gelenlerinden kimi servetine zarar gelecek diye kimi emir altına girmemek için, kimi konumu ve unvanından vazgeçemediği için kimiyse gururuna yenik düşmesi gibi sebepler yüzünden ayrılıklar olmuş zamanla bu ayrılıklar uçurumlara ve savaşlara dönüşmüştür. Ama iyi ile kötünün savaşı en başta yani Hz. Âdem (a.s) peygamberin yaratılışında İlahi Huzurda yaşanmıştı. İblis’in, Rabbine isyan etmesi ve onun emrine karşı gelmesi hem de böbürlenip gururuna yenik düşmesi neticesinde başlamış ve kıyamete kadar da süreceği bilinmektedir.
Batı dünyası ise bu savaşta aslında yenik olan taraftır, çünkü Şeytan yenildiğini bile bile devam ediyor. Çünkü İblis’in kelime anlamından birisi de umutsuz oluşudur. Yani affedileceğine dair umudunun olmayışıdır. O, Rabbinden kıyamete kadar izin alıyor ve insanoğlunu yoldan saptırmak için çalışıyor. Lakin batı, bunca teknik ve bilginin yaygın olduğu bir dönemde dahi gerçeği kabul etmeyerek ve nefretlerine nefret katarak Şeytanın izinden gitmiş olunuyor. Asıl sorunlardan birisi ne yazık ki budur!
Bize düşen ise, Rabbimizin herkesi hidayete erdirmesi duası olmalıdır. Çünkü peygamberimiz böyle dua etmiştir. Hani, Taif olayında yanına gelen büyük meleklerden Hz. Cebrail (a.s.) “Ey Allah’ın Elçisi, rıza göster şu iki dağı birbirine kavuşturayım,” Yani dileyin Taif diye bir yer kalmasın demişti ama yüreği tüm ümmeti için çarpan Kâinatın Efendisi kabul etmemişti. “Hayır, ileride içlerinden iman eden ve Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayan nesiller yetişmesini dilerim.” Demişti.
Sevgili okurlarım, Kâinatın Efendisi Hz. Muhammet (s.a.v.) yalnızca bir peygamber değildir. Aynı zamanda Âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Batının kabul etmediği bir başka nokta ise budur. Müslümanlar, gönderilen her bir peygambere sorgusuz sualsiz iman etmiştir. Bu iman etmenin şartıdır. Lakin batı dünyası bu şartı kabul etmez ve onlar Hz. İsa (a.s) için malumunuz farklı unvanlar ve isnatlar ortaya atarlar. Kabul etmemize imkân olmayan bu isnatlar onların iman etmek için gerekli ilk şartlardan birini inkâr etmeleridir. O hâlde ortak nokta bulunmasına imkân kalmamıştır. Çünkü inkâr eden, iman edenle aynı safta olamaz.
Kıymetli okurlarım şimdilik sözlerime son verirken, yakın tarihte Fethin yıldönümü olması nedeniyle Mekke’nin Fethi konusunda yazacağımı bildirmeyi istiyorum. Sonrasında İslâm’ın yayılması, Türk’ün İslâm ile tanışması ve bin yıldan uzun zamandır da İslâm’a kılıç olması konularını işlemeyerek batı ile aramızdaki meselenin her boyutunu ele almaya çalışacağım. Sevgili okurlarımın gösterecekleri sabır için minnettar olduğumu bildiriyor ve herkese esenlikler diliyorum.