Kader; önceden ve değişmeyecek bir biçimde belirlenmiş olay akışı, ister genel ister bireysel olsun, önceden belirlenmiş bir gelecek anlamına geliyor.
Daha bu hayata gelmeden önce yazıldığı söylenen bu kavram gerçek mi? Yoksa bir temel kodlama alışkanlığı mı? Kader, insanlığın konfor alanı olabilir mi? Olmazların yaşandığı, olur denilenlerin hiç gerçekleşmediği bir hayat, kader denilen olgunun alameti farikası mı?
Hiçbir insan dünyaya gelirken ne doğacağı ülkeyi ne de ailesini seçebiliyor. Hayatı boyunca ona seslenilecek adı bile hiçbir söz hakkı olmadan doğduğu anda kabul ediyor. Bu kabulleniş belki hayatının geri kalanı oluyor belki de içine girdiği bu savaşın başlangıcı. Peki tüm bu kargaşayı yaratan kader herkese aynı şansı tanıyor mu?
İnsanın kendini bulduğu ve şekillenmeye başladığı ilk durak “Aile”dir. Herkes bu anlamda eşit veya benzer standartlar içerisinde dünyaya geliyor dersek çok gerçekçi bir söylem geliştirmiş olmayız. Eğer böyle bir durum olsaydı “Doğduğun ev kaderindir” gibi bir söylem çokta kendine yer bulamazdı.
Yani hayata başlangıcının nerde olacağını bilmiyor insan nerde biteceğini bilmediği gibi, ancak; doğumla ölüm arasında ki bu zaman zarfı olan yaşamda ailenin çok önemli bir yere sahip olduğu net bir biçimde biliniyor. Peki, her şey burada bitiyor mu? Hayır, elbette. Doğduğun ülke hatta doğduğun şehir, bağlı bulunduğun çevre hatta yaşadığın yüzyıl bile önemli dış etkenler arasında.
O zaman, hadi gelin bu faktörler arasında süzülürken 4 kız çocuğunun hayatına bir göz atalım.
Ebru, 2000 yılında İstanbul Kadıköy’de dünyaya geldi. İstanbul’un en nezih semtlerinden birin de doğan bu kız çocuğu orta sınıf çekirdek bir ailenin ilk çocuğu, ilk ve ortaokul eğitimini İstanbul’da tamamlamış. Çok iyi derece de Rusça biliyor.
Şeyda, 2002’de İzmit’te doğdu. Osman ve Nesrin Yıldırım çiftinin üç çocuğundan ilki, babası bir eğitimci olan Şeyda, ilk ve orta öğrenimini Kocaeli’de tamamladıktan sonra 2019 yılında Şehit Özcan Kan Fen Lisesi’nden mezun oldu. İngilizce biliyor.
İkra, 2001’de İzmir’de doğdu. Kemalpaşa’da yaşayan Vedat ve Zekâvet Kuyumcu’nun üç çocuğundan ilki olan İkra, ilk ve orta öğrenimini Manisa, Turgutlu’da( Kocatürk Koleji) tamamladı. 2015 yılında yapılan TEOG sınavında 500 tam puan alarak Türkiye 1.si oldu ve İzmir Amerikan Koleji’nde tam burslu olarak okudu. 2020 yılında İzmir Amerikan Lisesi’nden mezun oldu. İngilizce ve İspanyolca biliyor.
Bu üç kız çocuğu büyüyüp üç genç kadın oldu ve birkaç gün önce tarihe geçtiler.
Ebru Eroğlu
Şeyda Yıldırım
İkra Kuyumcu
Cumhuriyetimizin 100. Yılında üstün ve dünya da görülmemiş bir başarıya imza atarak Harp Okullarından birincilikle mezun oldular. Bu genç ve gelecek vaat eden üç Türk kadınının çağrıştıracağı bambaşka konu başlıkları varken gündem çok farklı şekillendi hatta bu çağdaş Türk kadınının geldiği nokta karanlık zihniyetlerce gölgelendi. Türk geleneğinden çıkıp adeta bir kısrak başı gibi Kurtuluş Savaşına uzanan kadınlarımızın savaşçı yönü, yalnız cephanelik taşımak ya da savaş teçhizatlarını hazırlamak görevi ile kalmayıp geleceğin generalleri ve amirali olma mertebesine böyle benzersiz bir başlangıç göstererek gelme halleri, bütün ülkenin göğsünü kabartacağı hatta ailelerinin ve gelecek nesiller sizin eseriniz olacaktır denilen öğretmenlerinin özverili tavırları takdir edilmesi gerekirken terör ve darbe gibi son derece yan yana bile gelemeyecekleri şüphelerle cadı kazanına atıldılar.
Tam 25 yıldır devam eden ve Harbiye içerisinde gelenekselleşmiş bir yemin seremonisi teğmenlerin gelecekleri ile sınandığı, ülkeninse bütünleştiği bir olay haline geldi. Peki o yeminin hikayesi ne?
1990’lı yıllarda bir dönem birincisi teğmen tarafından yapılan bu konuşma çok beğenilir ve sonrasında kendini bu ritüel olarak diploma alma ve sancak devir-teslim töreninde Harbiye’lilerce devam ettiriyor. Kısaca Kara Harp Okulu için gelenekselleşmiş bir yemin. Hatta başka kuvvetlerin de kendine has yeminleri bulunuyor. Kısacası, şimdiye kadar görülmemiş veya bilinmeyen bir şeyden bahsetmiyoruz. Süleyman Demirel’den tutun, Abdullah Gül ve Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere 25 yıla şahitlik etmiş tüm başbakan ve cumhurbaşkanlarının izlediği ve bildiği bir gelenekten bahsediyoruz.
Kılıç Çatma anında yapılan yemine bir bakalım isteseniz;
“Ant içeriz ki laik, demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlığına, ülkenin bölünmez bütünlüğüne, yüce Türk ulusunun namus ve şerefine, aziz vatanın bir karış toprağına uzanacak eller karşısında bizi bulacak ve kılıçlarımız daima keskin ve hazır olacaktır. Bizler Türk istikbalinin evlatlarıyız. Şerefimizle doğduk, şerefimizle yaşayacağız ve şerefimizle öleceğiz. Ne mutlu Türküm diyene!”
Yemin öncesinde “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz” diye tek bir yürek olarak ülkülerinin ne olduğunu dile getiren bu genç teğmenler, geçmişinin karanlık ve zihinlerinin dehlizlerinde daha ne olduklarını anlayamamış bir takım kraldan çok kralcı tipin, sönmüş ışıklarını yeniden parlatmaya yönelik nafile çırpınışlarının sıçratmaya çalıştığı çamurları şanlı formaları ve güneşten parlak açık o şerefli alınlarını yukarı kaldırarak takındıkları vakur tavır ile defetmeyi başardılar.
Ayasofya’nın açılış törenin de hutbe okuyan Diyanet İşleri Başkanı’nın elinde kılıç ne arıyor diyemeyenler Harbiye’linin elinde ki kılıcı yadırgıyor.
10 Kasım’ da yakasına Atatürk rozeti takmak istemeyen teğmenlerin değil de, kurucu liderine, başkomutanına bağlılığını gösteren teğmenlerin adeta peşine düşülüyor.
30 Ağustos Zafer Bayramımızda, Cuma hutbesinde neden “Atatürk neden yok?” diyen cemaate “Kafire Fatiha okunmaz” diye hadsizce adeta din simsarlığı yapan ve o ne olduğu soru işareti olan vatandaş için ne yapıldı ki bu Zafer Bayramını atalarının yolundan ayrılmayacakları, vatanın bölünmez bütünlüğü uğruna canlarını teslim edecekleri üstüne yemin eden bu milli gururumuz olan teğmenlere böyle muamele ediliyor.
Bu ülkenin kurucu lideri olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk; Türk Ordusu’nun ülküsüdür, ebedi başkomutanı, rol modeli ve ruhudur. Bu ruha sahip bir Ordu’nun ne demesi bekleniyordu?
General Trikupis’in Askeleriyiz mi?
Ya da
Sir Milne’nin Askerleriyiz mi?
Nereye bağlılık göstermeleri birilerini daha güvende hissettirirdi?
Bağlılık yemini ettikleri ortak ülkülerimiz yüzünden darbeci olmakla suçlayan belirli çevreler çok değil iki gün önce devlet töreni ile darbeci bir cumhurbaşkanını karşılanmasına neden ses çıkarmadı?
15 Temmuz Darbe girişiminden sonra en yüksek güvenlik tedbirleri ile çevrelenmiş mülakatlar sonrasında kabul almış bu teğmenler nasıl oluyor da bu nerden çıktığı belli olmayan tartışmaların merkezine oturtuluyor. Bu hangi zeka türünün illüzyonlarıdır?
“Yüce Türk ulusunun namus ve şerefine, aziz vatanın bir karış toprağına uzanacak eller karşısında bizi bulacak ve kılıçlarımız daima keskin ve hazır olacaktır. Bizler Türk istikbalinin evlatlarıyız.” diyen. Mustafa Kemal Atatürk’e bağlılık gösteren bir ordu nasıl olurda terör örgütü ile ilişkilendirilir? İçinde Mustafa Kemal geçen bir söylem nasıl olur da Terör çağrışımı yapabilir?
Daha düne kadar bu ülkenin şerefli, Atatürkçü Komutan ve Subaylarını kumpas mağduru yapmaya çalışan şeref yoksunu bir terör örgütü şimdi Atatürk sevdalısı oldu da vatana bağlılığını yemini ile kutsayan bu genç teğmenlerle yan yana getiriliyor.
Bir de yetmezmiş gibi içinde Vatan ve Mustafa Kemal Atatürk geçen gelenekselleşmiş yemin sebebi ile vatanına bağlı teğmenlere soruşturma açılıyor ve hatta “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” demek bir disiplin suçu olarak inceleniyor.
Dünyanın sonu gelse dahi yan yana gelemeyecek anlamlar resmen paçalarından tutulup bir araya getirilmeye çalışılırken asıl olan bu ülkenin geleceğine, insanına hatta çocuğuna oluyor.
Yazının başında bahsettiğimiz bir diğer dördüncü kız çocuğumuz 21 Ağustos gününden beri aranan Narin hala bir bilinmezlik içinde ki kaybolma hikayesini sürdürüyor. Kalabalık bir aileye mensup olan Narin çok çocuklu bir ailenin 8 yaşında ki üyesi. Çıktığı kuran kursundan bir süre sonra ona rastlanmadı. Hatta gören olmadı. Küçük bir kız çocuğunu gören olmadı. İçinde çocuk geçen bir cümle de asla bulunamayacak bir ifade “Gören olmadı.”
O yaşta, göz önünden ayrılmaması gereken, ilgi, emek, özveri isteyen bu kız çocuğunu kimse görmemiş.
Narin anlatılanlardan anlaşıldığı üzere hayatın sorumluluklarını alma konusunda erken büyümek zorunda kalmış bir çocuk. Ebeveynleri tarafından yapılması gerekenleri kendi yapmaya alışmak durumunda kalmış gibi görünüyor. Bunun dışında aile profili de pek iç açıcı değil. Öfke kontrol problemi olan ve bu yüzden kendine zarar veren bir Abi, bulunan çeşitli bulgular üzerine bir takım iğrençliklere sahip olduğu tahmin edilen bir Amca, Anne ile Amca arasında olduğu iddia edilen ilişki türü, Amca’nın tarikat ve terör bağlantıları olduğu iddiası, Babası’nın ahırında yakalanan 380 adet mermi? Bunların kim tarafından yakalandığı? Ne için kullanılacağı? Ne için saklandığı? Kime veya kimlere tedarik edileceği? Hala bir bilinmezlik yumağı. Bu yumağa dolanan ise Narin olmuş gibi görünüyor.
Bir de yetmezmiş gibi yakalanan mermiler için Amca’nın siyasal bağlantılar araması bir diğer iddia o ki köyün imamı ile tefecilik yapmaları hatta akraba olan tüm köyün borçlulukları yüzünden korkup sustukları.
Eğer bir cinayet işlenmişse üzerlerine atılmasından korkan köylülerin evlerinin önüne güvenlik kamerası taktırmaları.
ÖSO’da görev yapmış Murat Kutanis isimli şahsın “ARAF” adı verilen şimdiye kadar duyulmamış bir arama kurtarma ekibiyle “Musa Asası” dedikleri sopalarlar son derece bilim dışı ve akla mantığa sığmayacak bir arama yürütmesi.
Tüm gereksiz gerçeklerin ortada olması ama Narin’in hala kayıp olması…
Çok değil belki on iki, on üç yıl sonra Narin’i bu üç ablası gibi başarıları ile görebilecekken, Narin şimdi bir köy mezarlığında aranıyor.
Peki, Amca’nın terör ve cemaat derinliği veya ilişkileri üzerine yapılan ya da başlatılan bir inceleme var mı? Silah kaçakçılığı yaptığı yönünde iddialar olan bu mahalle muhtarı nereye bağlılık göstermiş ya da kimlerle aynı masaya oturmuş ki tüm bir köy bu kadar korkuyor akrabalık bağına rağmen.
Köyün mezarlığında hakkında arama yapılan bir çocuğun eğer böyle bir durum vuku bulmuşsa gömüldüğünün görülmemesi mümkün mü? Peki görülüp susulması? Narin bir tarikat için mi kurban edildi? Ya da iddia edildiği üzere teröre mi sunuldu?
Narin’e ne oldu?
Küçük bir kız çocuğuna en fazla ne olabilir? Belki düşer? Belki karnesinde düşük not getirir? Oyuncakları ile oynar ya da bir akranı ile oyun oynar. Bir kız çocuğuna en fazla bunların olması gerekirken Narin on sekiz gündür ölüm şüphesi ile kayıp…
İnsanın doğduğu ev kaderi ise yaşadığı hayat konjonktür kadar oluyor. Bir yan da göğsümüzün gururdan kabarması gerekirken taşlanıyoruz, bir taraftan ise taşlanması gerekenleri bir konuma getiriyoruz hatta sığamayacakları vasıfların içine koyuyoruz.
Doğru ve güzel olan her ne varsa bir gün illa bu dünya düzeninin gerçeği olacaktır, elbet. Ama o zamana kadar kaç Narin bu uğurda kaybolacak? Doğduğu evin kaderini sırtlamak zorunda kalan bu çocuklar kaç köşe başında bulunamayacak. Ebru, Şeyda, İkra onların yolunu aydınlatmaya çalışırken ne kadar daha karartılmaya çalışılacaklar?
Hani şarkının da dediği gibi;
Dostum dostum güzel dostum
Bu ne beter çizgidir bu
Bu ne çıldırtan denge
Yaprak döker bir yanımız
Bir yanımız bahar bahçe…