Bir annenin gaddarlığı, bir adamın sahiplenmemesi ve yitip giden bir kadın, bir sanat…Camılle Claudel-Sessizce yok olan bir hayat
Bir avuç toprağı yoğurmaya bile bilemeyenler.
Duygusuz yavan insanlar.
Bu benim ruhum en kutsal varlığım…
Bunlar çalışma saatleri.Ruhumun yandığı saatler.
Siz yiyip içerken, dalga geçerken, oburca tıkınırken, ben heykelimle yalnızdım.
Ve yavaş yavaş akan benim hayatımdı…
Bu toprağın derinliklerine kanımı akıtıyordum…
CAMILLE CLAUDEL
Bilmiyorum kaç kişiye bu satırlar tanıdık geliyor?
Son zamanlarda Bergen filmi ile yitip giden hayatlar izler olduk. Hepsinin arkasında saf, temiz bir aşk, delice takıntılı manyak bir sevgili var. Ne yazık ki hangi çağda olursa olsun, cinsiyet fark etmeksizin küçükken sevilmeyen, ilgi görmeyen, sahip çıkılmayan yitip giden muhteşem insanları görüyoruz.
1800’lü yıllarda bir kadın düşünün efsane bir yetenek… Daha çocukken sokakta oynadığı çamurdan yaptığı şekiller yoldan geçenlerin bile dikkatini çekiyor.
Babası destek olur, annesi kesinlikle karşı çıkar fakat bizim kahramanımız bu dönemde biraz şanslı. Babasının desteğiyle zamanın en iyi okullarına gidiyor, büyük emek ve mücadele verip kendini kanıtlıyor. Bu harika yetenek harika işler çıkartıyor adını tarihe geçiriyor. O yıllarda bir bayan olarak bir sanatçı olabilmek ciddi anlamda zor ama kendisi bunu başarabiliyor. Fakat kader deyip arkasına sığındığımız adını koyamadığım duygu yoğunluğu -kesinlikle buna aşk demiyorum sevgi hiç diyemiyorum- bu mükemmel kadını egosuna yenilmiş bir adama takıntılı hale getiriyor. Yaptığı eserler aradan yüzyıllar geçmesine rağmen yankı uyandırırken kadının çaresizliği yalnızlığı onu galiba bu duruma sürüklüyor.
İlk başlarda ilişki güzel gider fakat adam zaten evlidir. Adamın güzel kadınlara karşı zaafı vardır. Bizim kahramanımızla çok güzel olduğu için ve egosunu tatmin etmek için birliktedir. Sonrası bilinen son.
Kahramanımız yaptığının hata olduğunu anlayıp adamdan uzaklaşıyor. Peki adam boş durur mu? Asla!!! Terkedilmiş olmanın verdiği acıyla araya bürokrasiyi sokuyor, kahramanımızın tek ekmek parası olan heykeltıraşların satılmasına engel oluyor. Aç kalıyor, açıkta kalıyor ama yine de yılmıyor. Her türlü yolu deneyip heykeltıraşlarını satmaya devam ediyor. Ama bununla bitmiyor işte. Yaşadığı aşk acısı yetmiyormuş gibi tek destekçisi olan babasını kaybediyor. Babasını kaybetmesinden sonra tüm hayatı burada değişmeye başlıyor.
Yaşadığı ilişkiyi ahlaksız olarak değerlendiren, yıllarca sözünü geçiremediği anne kızının hayatını söndürecek hamleyi yapıyor. Akıl sağlığının yerinde olmadığını iddia ederek kendi öz kızını akıl hastanesine yatırıyor. 30 yıl kadar orada kalıyor. Kahramanımız bir gün belki yaşadıkları, belki de yaşayamadıkları ağır gelmiş olacak ki, kalp krizi geçirip ölüyor.
Hikaye baştan alacak olsak nasıl olurdu? Babası gibi annesi de destek olsaydı belki hiç o adama aşık olmazdı. Daha karakterli bir adam bulup evlenip daha güzel eserler çıkarttırdı. Kim bilir kendi kadar güzel yetenekli bir kızı olurdu. Kim bilir güzel de bir ev olurdu. Belki o eserlerindeki yerde sürünen kadın yerine birbirine sarılmış iki aşık heykeli yapardı.
Bir annenin gaddarlığı, bir adamın sahiplenmemesi ve yitip giden bir kadın, bir sanat…
Ruhun şad olsun Camille Claudel…