Affetmek… İlk kalp yarası başkadır. Nasıl da güzel söylemiş Ayten Alpman “Aşkımız şüphesiz ve gölgesiz olmalıydı, affedemem ben böyleyim!”.
Sıcak bir yaz gününde, Ege ile her zamanki sığınağımızda deniz kenarındaydık. Etrafta dalgalarla oyun oynayan hayat dolu çocuklar, simit ve kurabiye satan seyyar satıcıların sesleri vardı. Bir tanesini durdurup Ege ile kendime kasabamızın meşhur portakallı kurabiyesinden iki tane aldım. Ege ile oturduğumuz banka yöneldiğimde Ege’nin yanında on yedi yaşlarında, sarı saçlı güzel bir kızın oturduğunu gördüm. Beni fark ettiğinde biraz utangaç bir tavırla Ege’ye veda etti ve uzaklaştı. Usulca Ege’nin yanına oturdum ve çok sevdiği portakallı kurabiyeyi ona uzattım. Önce kokladı, sonra ısırdı. (portakal kabuğu kokusunu oldum olalı çok seviyordu zaten).
Gülümseyerek yemeğe devam etti, ben ise elimde kurabiyem onu izliyordum. Sivri çenesi, küçük ve hatları düzgün burnu, geniş anlına dökülen koyu kumral lüle lüle saçları ile yakışıklı bir genç adamdı benim kardeşim. Bir an durdu , “abla beni mi izliyorsun?” dedi. Mahcubiyetle başımı öne eğdim. Ege o uzun ince parmakları ile yüzüme dokundu , gözlerimden süzülen bir damla gözyaşını sildi , elimi tuttu ve kalbine götürdü. “Abla benim gözlerim görmeyebilir fakat kalbimin gözü her şeyi görüyor ve farkında! Ve unutma ki gönül gözü kadar güçlü ve güzel hiçbir göz bakamaz !” Birbirimize sarıldık.
O an abla kardeş yan yana oldukça hiçbir güç onları yıkamazdı. Yan yana oldukça… Hava kararmaya başlamıştı. Denizde oynayan çocukların sayısı azalmış , kumsaldaki aileler gitme vaktinin geldiğini çocuklarına bildiriyor, şemsiyelerini, havlularını toparlamaya başlamışlardı. Biz de oturduğumuz banktan kalkıp kasabanın çarşısına doğru yöneldik. Oturduğumuz ev çarşının göbeğindeydi. Yaklaşık bir asıra yakın yaşı vardı. Annem Leyla ve teyzem orada doğmuş ve büyümüşlerdi. Her tarafı yaşanmışlık kokan, merdivenlileri eskilikten gıcırdayan iki katlı kırmızı kiremitli biricik evimiz..
Leyla ve annesi o gün, şiddetli bir kapı zili sesiyle uyandılar . Bugün büyük gündü, düğün vardı. Leyla’nın annesi hemencecik sabahlığını giydi, merdivenlerden inerken “Ne alacaklı gibi çalıyorsun kapıyı geldim yahu!” diye söyleniyordu. Kapıyı açmasıyla gözlerinin dolması bir oldu. Gelen büyük kızı Neriman idi. Neriman neşeyle içeri girdi , gözleri Leyla’yı arıyordu .
“Nerede bu kız yoksa hala uyuyor m?” dedi. Leyla ise yataktan çoktan kalkmış, üstüne bir şeyler giymiş mutfağa inmişti. Neriman ve annesi mis gibi çay kokusunu duydukları gibi mutfağa yöneldiler . İki kız kardeş mutlulukla sarıldı . Güzel bir kahvaltı sofrası hazırlar ailecek . Düğün kasaba meydanında o meşhur çınar ağacının altında olacaktı. Yaz mevsimi olduğu için açık havayı tercih etmişlerdi. Leyla düğün alayı gelmeden önce ablasından ve annesinden izin istedi , ağır adımlarla odasına çıktı. Üzerinde dikiş diktiği, günlük tuttuğu ahşap oymalı masasının başına geçti. Babasının ona on beşinci yaş gününde hediye ettiği deri kaplamalı defteri çıkardı çekmecesinden. Sanki bir zümrüte dokunur gibi özenle dokundu sayfalarına… Çocukluğunun masumluğu kokan kırık hayaller saklı defteri…
“Söylesene baba, bazı vedalar neden bu kadar zor? Kırık dökük, yarım kaldı bir taraflarım. Söyleyemediklerimiz, söylediklerimizden veya söyleyebileceklerimizden neden daha ağır? İçimizde yaşatmak, içimizde öldürdüklerimizden neden daha acı veriyor? Bana son bakışın ve gülüşün hiç aklımdan çıkmıyor. Son içtiğin kahve ve sönen sigaran… Tütse keşke yakabilsen bir daha. Beni izliyorsun biliyorum baba. Baktığım her yerdesin . Güleceksin derdin bana hep . Canını sıkan her şeye kahkahalar ile güleceksin . Dimdik duracaksın hayatta , insanlar senin duruşuna saygı duyacak.
Canım babam benim… Kızın bu gün sevdiği adamla bir yola çıkıyor. Onu tanıyabilseydin eminim severdin. Ne yalan söyleyeyim bazen onun gözlerinde, tavırlarında seni görüyorum. Ya da yarım kalmışlıklarımı kim bilir? Çok özlüyorum baba! En çok da küçükken beni omuzlarında taşıdığın o anları… O bulutlarda süzülme hissi… Güvenli ama bir o kadar da özgür… Keşke o an zaman dursa, ölümün sessizliği zamanın kudretine boyun eğse! Keşke bütün sonlar mutlu bitse! “
Leyla aşağıdan seslenen ablasının sesiyle defterini kapadı özenle çeyiz sandığının içine koydu. Merdivenlerden aşağı heyecanlı adımlarla inerken salonda çalan müziğin sesini duydu. İndiği her basamakta radyoda çalan Ayten Alpman’ın Ben Böyleyim şarkısıyla çocukluk yıllarına gidiyordu. İlk aşkına… Sıra arkadaşına… Kasabada ortaokulu bitiren nadir kızlardandı kendisi. İlkler iz bırakır. Aklımızda olaylardan çok anlar kalır. İlk bakış, ilk gülüş, ilk öpücük ve ilk hayalkırıklığı…
İlk kalp yarası başkadır. Nasıl da güzel söylemiş Ayten Alpman “Aşkımız şüphesiz ve gölgesiz olmalıydı, affedemem ben böyleyim!”. Affetmek… O zamanlar aşık olduğum çocuğun , duygularımla alay etmesi ve başka bir kızı seçmesi beni hem öfkelendirmiş, hem de canımı yakmıştı. Bir gün edebiyat öğretmenim beni yanına çağırmış ve kalbimi işaret ederek şöyle söylemişti: “Gözlerindeki kederi her ne sebeple olursa olsun silip at, bu acı hep orada olmayacak tatlım. Ve seni kim üzdüyse affetmelisin, karşındaki bunu hak etmese bile!” Aradan dört sene geçti ve ben beni kıran herkesi affetmeyi öğrendim . Çünkü ancak böyle huzura kavuşabileceğimi farkına vardım! Şimdi ise yeni bir yola çıkıyorum. Sonu görünmeyen bir yola…
Benim için yabancı fakat bir o kadar da heyecan verici. Mesela ilk gecem nasıl olacaktı? Benim için oldukça tedirgin ediciydi. Ablamın sesiyle düşüncelerimden sıyrıldım. Her şey güzel olcaktı çünkü sevdiğim bir adamla evleniyordum. Salonun tam ortasında askıda duran gelinliğime baktık ablamla dakikalarca. Upuzun bir duvağı vardı , kolları dantel işlemeliydi ve çok zarifti. O sırada sokağın başında çalınan korna seslerini işittik. Hemen ablamla giyinmeye gittik. Ablam bana dolu dolu gözlerle baktı, dualar okudu. Aynaya baktığımda gerçekten kendimi bir prenses gibi gördüm. Kapıdan çıkışımızı bütün mahalle izliyordu, davullar çalındı ve ben eşimin koluna girip yeni hayatıma ilk adımımı attım.
Ege’ye sahilde gördüğümüz kızı sorduğumda aldığım cevap beni tedirgin etmişti. “Hiç, abla!” Gerçekten onu o kadar gülümseten şey koca bir hiç miydi? Ah, gençlik! Hiç kaybetmeyeceğiz sandığımız gençliğimiz! Bir rüzgar gibi bizi savuran o yıllar … On yediler, yirmiler, yirmi beşler…. Umut ile sulanan ve içimize kök salan hayallerimiz miydi bizi savuran? Yıllar sonra aynaya baktığımızda “Yaşadım ve yaşadığım her saniyeye değdi!” diyebilecek kadar cesur olacak mıydık?
Bunların hepsi çok boş aslında. Hepimiz geleceği merak ediyoruz ama hiçbirimiz geriye bakmıyoruz. Çünkü cesaretimiz yok, aynaya baktığımızda genç bedenimizin içindeki ihtiyar ruhtan korkuyoruz. O ruh da bizim değil mi? Aslında hepimiz soyunmaktan çekiniyoruz, çırılçıplak olmaktan ödümüz kopuyor. Keşke kardeşime içindeki sesi dinle diyebilseydim o an. Her tarafın yara bere içinde olsa bile o içinde dırdır edip duran sesi dinle… Söyleyemedim. Neden? Korkmuştum… Gözümden sakındığım kardeşimin kirlenmemiş kalbine kök salan umudun onu savurmasından.. Ve itiraf edeyim ki onun savrulmasını izlemek ve bir şey yapamamaktan korkmuştum.
Bazı şeyler yaşanması gerekir oysa. Ege gençliğinin ilk kalp çarpıntılarını yaşaması gerekiyordu. Benim ise onu korumayı bırakmam! Her yaşadığımız deneyim bizi daha büyütecekti. Her zaman ruhumuzun bir köşesinde taşıyacağımız çocuğa rağmen… Eve vardığımızda mutfaktan iştah açıcı kokular geliyordu. Salondaki plaktan da Ayla Dikmen’in ‘Anlamazdın’ şarkısı çalıyordu. Plağın hemen yanında ahşap oymalı kadife koltuklarımız ne çok anıya , ne çok değere ev sahipliği yapmıştı. Hemen karşısında ise uzun bir yemek masası … Tabak, çatal ve kaşıklar özenle yerleştirilmiş.
Masanın etrafında beş sandalye vardı. Aniden annem ve kız kardeşim Elif kapıda “Mutlu yıllar Ege’miz” diye tempo tutarak belirdi. Bugün biricik kardeşimin doğum günüydü. Yaş aldıkça peşimizden koşan zamanı neden daha çok umursar ki insan? Biraz daha hatırlayabilmek veya hatırlanmak… Birkaç fotoğraf birkaç anı daha biriktirmek… Bencilliğimiz midir bizi hayata bağlayan? Bilmiyorum… O gece kardeşimin on yedinci yaş gününü kutladık. Sadece bir kişi eksik.. Babam… Birçok kez babamın ölmesini isteyen ben, babamın yokluğunu ilk defa o gece iliklerime kadar hissettim. Biz kendi içinde yarım kalmış üç kardeştik. Ya da yarım bırakılmış… En çok savrulan ve savuranım demiştim size, ben o doğum günü akşamında kendi içimde babamı affettim. Daha fazla savrulmamak ve savurmamak için… Her gece ruhumu acıtan sızının hafiflemesi için…