Mantık ve kalp… Onlar için tezat fakat hayatta başarılı olmuş insanlar için uyumlu olması gereken iki kelime! Mantık ve kalbi bir arada götürmek… Uçurumda ince bir ip üzerinde yürümek kadar korkutucu ve zor gelebilir kulağa. İşte burada denge devreye girmez mi? İpin üzerinde denge kuramazsan uçurumda kaybolursun! Aynı bizim gibi…
Biz birbirinden çok farklı üç kardeşiz. En büyükleri olan ben, en çok savrulan ve savuran… En çok gözlerinin içine nefretle baktığım babama ne kadar benzediğimi anladığım gün savruldum. Savruldum mu yoksa büyüdüm mü? Bu sorunun cevabını ben bile bilmiyorum. Benim babamla savaşım doğduğum gün başlamış aslında. Nasıl oğlan doğmadım? Bu Allah’ın babama verdiği bir cezaydı. Bir sınama. Ben bir cezaydım! Annem geceleri hiç susmadan ağlayıp onu uyutmadığımı anlatır bazı geceler. Hayata bir sıfır yenik başlamıştım babası tarafından kabullenilmeyen bir bebek olarak.
Ben ortanca kardeşim Ege doğduğunda daha iyi anladım hayatın ne kadar adaletsiz ve acımasız olduğunu. Babamın anneme attığı dayak kalbime saplanan bir bıçaktı sanki. Annem oğlan doğurmuştu fakat kusurlu doğurmuştu. Ama bu annemin kusuruydu babama göre. Aradan birkaç yıl geçti tekne kazıntımız, göz bebeğim Elif doğdu. Nasıl güzel bir bebekti. Lüle lüle kumral saçları vardı alnına dökülen. Ya pembe yanakları? İnsanın ısırası gelirdi. Zaman hızlı geçiyordu, yıllar geçtikçe ailemizdeki boşluk da daha derinleşiyordu. Özellikle de anne ve babamın arasındaki ölüm gibi sessizlik… Babam gün geçtikçe daha çok içemeye başlamıştı. Kahve alışkanlığı da edinmişti.
Annem ise kendi içinde yaşadığı fırtınaları bir kenara bırakmış hayatını bize odaklamıştı. Onun hayaller bizim hayalimiz olmuş Elif ve ben onu mutlu etmek için kendimizi parçalamıştık. Ama ne yaparsak yapalım annemin ruhunda onu her her geçen gün yakan ateş büyüyordu ve biz engel olamıyorduk. Annem yanıyordu çünkü kusurlu bir oğlu vardı. Onun oğlunun dünyası siyahtan ibaretti evet fakat o siyahlık annemi her geçen gün içine çeken bir dipsiz kuyuydu. Peki ya mutlu olmak için illa gökkuşağının bütün renklerini görmek tanımak hissetmek mi gerekir? Ya da tanımak ve hissetmek için illa görmek mi gerekir.
Ben kırmızı kiremitli iki katlı evimizde kendini arayan üç kardeşten en büyüğüyüm. Her güneşli bahar sabahları yaptığımız gibi Ege ile sahilde yürüyüşe çıkmıştık. Rüzgar saçlarımla cilveleşiyor, beni sarıp sarmalıyordu. Ufuk çizgisine baktım dakikalarca. Uzaklarda bir yerde başka hayatlar vardı. Bambaşka insanlar bambaşka dünyalar ve birbirine benzeyen fakat içinde bambaşka hikayeler saklı kırımızı kiremitli evler. Başımı Ege’den yana çevirdiğimde onun da rüzgarın şefkatli kucağına bıraktığını gördüm kendini.
Ege mutlu musun? dedim bir anda. Gülümsemekle yetindi. Hepimiz bu mutluluk denen şeyi farklı yerlerde aramıyor muyuz? Belki bir sevgilide belki gökyüzünde süzülen martılarda belki de bir ufuk çizgisine hapsolmuş hayallerimizde. Çocukken her şey ne kadar kolay olur aslında. Arkamızda ailemiz vardır en başta. Eğer sıradan bir çocuksanız her şey önünüze sunulur ve mutlu olmanız beklenir sizden . Peki ya sıradan değilseniz? Arkanızda aileniz yoksa ? Ya da zifiri karanlık bir dünyaya sahipseniz Ege gibi. O zaman o sıradan çocukları bir kenardan izlemeye mahkum edilirsiniz. Gözlerim dolmuştu bu düşünceler aklımdan geçerken.
Peki ya benim çocukluğum? Yalnız bir çocukluk geçirmiştim. Tek dostum kitaplardı. Çevremdekilere karşı ördüğüm kumdan kaleler ne içindi? İncinmemek için mi? Yoksa yara almamak için mi? Hava iyice serinlemiş, şevketiyle kucaklayan rüzgar hırçınlaşmaya başlamıştı. Düşüncelerimden sıyrıldım. Hafifçe Ege ile beraber eve yöneldik. Ağır adımlarla yürüyorduk dalgaların martılarla kavgasına tabiat ananın harikalığına boyun eğercesine! Sıcacık evimiz , güvenli yuvamız bizi hazır bekliyordu.
Her ev bir hikayedir aslında. Hikayenin senaristi ise çoğu evde olduğu gibi üç çocuk annesi olan Leyla yani annemdi. Annem kız kardeşinin aksine gençliğinde iri yarı , beyaz tenli , pembe yanakları olan güzel bir kızmış. İri göğüslerinden utandığı için bol hırkalar giyermiş hep. Uzun boyu ve o günün beğenisine uygun beyaz vücudu hamamda gelin arayan kayınvalidelerin gözünden kaçmamış tabi. Kasabanın merkezinde , dört yol ağzında görkemli bir çınar ağacı varmış. Bu çınar sanki kasabanın sahibi gibi kollarını açar halkı korurmuş.
Hemen yanında ise bir kahvehane… Yorulanlar , buluşan sevgililer veya sıkılanlar görkemli çınar ağacının altındaki tahta iskembelere atarlarmış kendilerini. Bu kahvehane tavla veya okey oynayan erkekler ,tütün ve kahve keyfi yapan kadınlar ile dolu olurmuş. Tek bir istisna varmış ki, o da Leyla’nın kahvenin önünden geçtiği an. Herkes ona hayran gözlerle bakar ve bu kız hangi talihli adama nasip olacak diye düşünmekten kendini alamazlarmış. Leyla kasabada arzuhalcilik yapan iki evlat sahibi kasaba halkı tarafından sevilen Haluk beyin küçük kızıymış.
Büyük kızı geç evlenmiş, Leyla kadar güzel ve gösterişli değilmiş. Leyla yani annem için ise evlilik düşüncesi çok uzak bir ihtimalmiş o zamanlarda. Hatta kendisine hayranlıkla dikilen gözlerden, ilgiden fazlası ile sıkılır, mahcubiyetle başı önde dolaşırmış kasabanın sokaklarında. Ta ki kasabanın ilkokulunda matematik öğretmeni olan Mehmet Bey ile tanışana kadar ! Babam da kasaba halkı gibi annemin güzelliğine hayranmış tabi. Her güzel şey genelde acı bir sonun başlangıcı olmaz mı? Dedemi kaybettiğimiz o günün akşamı annemin kasabanın sokaklarında ağlayarak yürüdüğünü fark eden babam koruma iç güdüsü ile annemi takip etmeye başlamış. Bir süre takip ettikten sonra yaka cebinde taşıdığı işlemeli mendili çıkarmış ve anneme yaklaşmış;
Lütfen kabul edin hanımefendi, hiçbir şey o güzel gözlerinden dökülen gözyaşları kadar kıymetli olmasın hayatta
Annem ona verilen mendili almış , nazikçe teşekkür edip oradan ayrılmış.
Seveceğimiz insanı seçeriz , aşk ise davetsiz bir misafirdir. Ruhu yaşayan her insan canlı olan her insan bir gün bir şekilde karşılaşır bu davetsiz misafirle . Önlem alamazsın aşka , seçemezsin ve seçilemezsin. Kapıları kapatıp gidemezsin aşka. Kulaklarını tıkayamazsın. Her evin bir hikayesi vardır demiştim, işte bizim hikayemiz acı bir sonun ardından güneşin doğması ile yazıldı. Tıpkı hayat gibi!
Bir kadın tanırdım çok uzaklara gitmek isterdi.
Kimdi o kadın ?
Bir çocuk vardı gökyüzünden yıldızları çalan.
Kimdi o çocuk?
Peki ya sen kimsin?
Satılık hayaller dükkanına geçerken uğrayan biri?
Hiç doğmayacak çocuğuna patik alan bir kadın ?
Ya da ölen babasının ardından bu satırları yazan kız?
Peki ya annem bu satırları yazarken kimdi? Veya kim olmak istiyordu? Sessizliğin ölüm gibi demişti Mehmet ona titreyen parmaklarının arasındaki gümüş yüzüğü tutarken. İnsanın çoğu zaman en büyük düşmanı kendisi değil midir ? Annemin inancı yoktu hayallerine , geleceğe ve en başta kendisine. Başkasının hayallerine umut olmak, fedakarlıktı anneme göre, iyilikti. Çünkü ona kendinden önce başkalarını düşünmenin kendisini iyi ve fedakar bir kadın yapacağı öğretilmişti. Annemin ise on dokuz yıllık ezberi bozacak ne cesareti vardı ne de yüreği! Annemin ruhu yorgundu, yorgundu gözleri…
Annem bir gün dönüp baktığında arkasına kurduğu düşlerin yıllarını harcamasından korkuyordu. Peki ya babam? Büyük aşklar elbet bir gün biterdi fakat babam korkmuyordu. Babam annemden başka kimseyi görmüyor, duymuyordu. Duyguları da karşılıksız değildi tabi, annemin de babama karşı olan aşkı günden güne büyüyordu. “Uzaklığın en büyük yaraydı!” diyordu şarkıda hani. Annem artık bu uzaklığı daha da derinleştirmek istemiyordu . Babamın ona verdiği yüzüğü parmağına taktı sanki artık kavuşmalı bütün aşıklar henüz mümkünken dercesine!
Leyla’nın annesi damat adayı eğitimli ve kasaba halkı tarafından sevilen bir öğretmen olduğu için bu izdivacı onayladılar. Leyla’nın ablası da eş adayını beğenmiş , kardeşinin iyi bir izdivaç yapacağı için mutluydu. Babam Mehmet bey ise mutluluktan havalara uçuyordu . Şimdiden ev bakmaya başlamıştı. Tek sorun ise öğretmen maaşı ile ev sahibi olmanın zorluğu idi. Leyla’ya bu konuyu açtı ve ona istişare ettikten sonra geçici bir süre için Mehmet’in ailesinin yanında kalmaya karar verdiler .
Düğüne üç gün kala, güneşli bir bahar sabahı Leyla mis gibi bir çay ve kızarmış ekmek kokusu ile uyandı. Rahmetli babası kahvaltıya ne kadar da önem verirdi! Her sabah aynı saatte bütün aileyi masanın etrafına toplardı tıpkı köyün meydanındaki çınar ağacı gibi iki kızını ve eşini sarıp sarmalardı kahvaltı sofrasında. O sabah da aynı kahvaltı sofrasındalardı sadece iki kişi eksik … Eksik olan sadece Leyla’nın babası ve ablası mıydı? Yoksa onlarla beraber eksilen huzur ve mutluluk muydu? Birlik , beraberlik , kenetlenme duygusu muydu? Leyla’nın içinde buruk bir heyecan vardı. Heyecanlıydı çünkü onu sevdiği adamla beraber yeni bir hayat bekliyordu fakat babasız kalan her kız çocuğu gibi eksikti bir tarafı , kırık döküktü. Çaylarını yudumlarken annesi söze başladı:
-Benim canım kızım, sana annelik hakkım helal olsun , sen de hakkını helal et! Sana kuracağın yuvada huzur ve mutluluk diliyorum!
Anne kız belki de son kez sarılıyormuşçasına birbirlerine kenetlendiler . Anne parmağından kocası Haluk Bey’in düğün hediyesi olarak ona taktığı kırk senelik yüzüğü çıkardı ve dualar okuyarak kızına taktı. Aceleyle kahvaltı sofrası toplandı, anne kız en güzel giysilerini giydiler ve kasabanın çarşısında çeyiz alışverişlerini tamamlamak üzere yola çıktılar. Güneş ışıkları ve ağaçların dallarındaki tomurcuklar baharın geldiğini fısıldıyordu kasaba halkına. Dar sokaklardan geçip çarşıya indiler. Bütün meraklı gözler Leyla ve annesine dikilmişti.
Birkaç züccaciyeci gezdiler, en sonunda bir tanesinde karar kıldılar. Bu züccaciye dükkanın sahibi tombul ve babacan tavırlı bir adamdı. Kasabanın en eski esnaflarından biriydi. Leyla ve annesine beğendikleri tabak çatal kaşık setlerini yarı fiyatına denecek bir rakama verdi, Leyla’ya mutluluklar dilemeyi de ihmal etmedi. Anne kız dükkandan mutlulukla ayrıldılar. Hayatta her şeye sahip olabilirsin. Güzel bir eve, arabaya, paraya, eğitime… Fakat iyi sevgi dolu bir kalbe ve vicdana sahip olmak herkese nasip olmaz derdi Haluk bey.
…..