Kıymetli okurlarım bu hafta sizlerle bir adamı konuşacağız. Tarihi şahsiyetlerden birisi lakin bilinenlerden çok farklı bir isim, o son imparator Sultan II. Abdülhamit Han!
Hakkında her zaman çok konuşulmuş, kimine göre mazlum kimine göre kızıl sultan denilmiş biridir. O hâlde buyurun olaya birlikte bakalım.
Bir adam düşünün, padişah amcası iki bileği kesilerek şehit edilmiş ama o günü iktidar sahiplerince intihar ettiği söylenmiş, kuzeni tahta çıkarılmış lakin sağlığı ve durumu tahta kalmasına imkân vermemiş. İktidar sahipleri son çare Abdülhamit Han’a giderek çeşitli şartlarla tahta çıkarırlar. Lakin Osmanlı dar boğazın tam ortasındadır. Darbe yapmış bir odu, devletin savaşmaya gücü olmamasına rağmen kahraman olacağım diye savaş naraları atan bir sadrazam ve batmak, parçalanmak üzere olan bir imparatorluğun tahtına çıkan bir adam! Büyük adıyla anılan devletler masaların etrafında toplanıp beş on yıla kalmaz Osmanlı yok olur, nasıl paylaşacağız. Kim nereye yerleşecek, kim hangi toprakları idare edecek ve kurulmuş olan sömürge düzeninin ortasında Osmanlı’yı nasıl bölüşeceklerinin planlarını yaparlar.
Sultan tahta çıktığındaysa kucağında bir savaş bulur. Malumunuz tarihe 93 Harbi diye geçen 1877-1878 Osmanlı Rus savaşı başlar. “Darbe yapmış ordu zafer kazanamaz,” cümlesi tarihe mal olmuş bir cümledir. Buna en güzel örnek de 93 Harbidir. Komuta kademesinde düzensizlik nedeniyle Rusların aylarca geçemeyeceği Şıpka Geçidi tutulmamıştır. Böylece çok önemli stratejik geçit birkaç günde geçilir ve Balkanlar kısa sürede düşer. Yalnızca Gazi Osman Nuri Paşa komutasındaki ordu Plevne’de dünya savaş tarihine geçecek bir savunma savaşı ile başarı sağlar lakin ona destek gitmediği için çekilmek zorunda kalınır. Rus Ordusu Edirne’ye kadar gelir. Doğuda ise ilerleyen orduları Erzurum’da, Ahmet Muhtar Paşa ve Erzurum halkı durdurur. Yine tarihe mal olmuş, Nene Hatun olayı bu savaşta yaşanmıştır. Nene Hatun ve Erzurum halkı; “Beşikte bebem anasız yaşar ama vatansız yaşayamaz!” diyecek kadar cesurdur.
Doğuda ve batıda bu başarılar savaşı kazanmaya yetmez. Bu nedenle ağır şartları olan bir barış anlaşması yapılır. Lakin siyaset dâhisi olan Sultan, bir süre sonra batılı devletleri kışkırtarak Berlin Konferansı’nı toplar. Ağır şartlar büyük oranda Osmanlı lehine çevrilir. Sultan, o günden sonra özellikle bitip tükenme noktasına gelmiş İmparatorluğu yeniden toparlamak için denge politikasını dâhiyane bir şekilde uygular. Alman Başbakanı O. V. Bismarck ve Alman İmparatoru II. Wilhelm bu politikayı tarihe geçen övgülerle anlatırlar.
Bir adam düşünün, yönettiği imparatorluğun yıkılacağını öngörmüş ve siyasetle bu imparatorluğu 33. Yıl daha ayakta tutmuştur. Bu sürede kurduğu istihbarat teşkilatıyla, özellikle Anadolu’ya yatırımlarıyla ve orduda yaptığı yenilikleriyle geleceğe hazırlık yapar. 1918 Çanakkale Deniz Savaşı sırasında İtilaf devletlerinin gemilerini batıran o toplar ve istihkâm yapıları yine çok eleştirilen Sultanın eseridir. Çünkü sultan, büyük buhran dediği, (Dünya Savaşı) savaşın çıkacağını biliyordu. Vatanın zarar görmemesi için aldığı önlemler yıllar sonra milletimizin zafer kazanmasına yardımcı olmuştur. Bu küçük detay kimilerinin aklında kalacaktır ama biz sultanın diğer icraatlarıyla devam edelim.
Fabrikalar (bu günün şartlarında atölye oluyor) ve okullar açılmasına çok önem vermiştir. Bugün bilinen tıp ve mühendislik okullarının temellerini yine o sultan atmıştır. Bunun nedeni sultanın şu düşüncesidir. Bu memleketin kurtuluşu yine bu memleketin insanıyla olacaktır. Ve doktor, mühendis, modern silah, yeni nesil ( O günün şartlarında) asker ve öğretmen yetiştirilmeden o savaş kazanılamayacaktır. Basit mantık lakin o zor dönem için çok önemli bir noktadır.
Bilindiği üzere Sultan, demiryolu, posta ve telgraf hatları gibi günün iletişim araçlarına da çok önem vermişti. İletişim ve ulaşım olmadan fabrika kurulamayacağı, üretimin olmayacağı, insanlara bilginin ve hizmetin ulaştırılamayacağı zaten bilinen bir durumdur.
Peki, ama ne oldu? Osmanlı, “Hasta Adam” rolünden çıkmaya başlayınca ve 1897’de Yunan Ordusunu telef edince batı olaya farklı şekilde dâhil oldu. Bir yandan dış siyasi baskılar diğer yandan ekonomik baskılar derken beklenmedik bir cephe daha açılıyor. Altını çizerek yazmaktan imtina ediyorum ama maalesef gerçek şudur ki; sultanın yardımlarıyla ve maddi destekleriyle okumak ve devletine faydalı olmak üzere Avrupa’ya gönderilen kişiler bir süre sonra nasıl olduysa (!) Sultan II. Abdülhamit Han’a düşman kesildiler. Bu konuda inanınız sayfalarca yazı yazılabilir ama ben okurlarımın araştırmasını ve neden olduğunu kendilerinin öğrenmesini yeğlerim. Hakkında onlarca eser olan konu buradaki metne sığmayacak kadar derin ve uzundur.
İçeriden ve dışarıdan sürekli saldırıya uğrayan sultan ve Osmanlı direndi. Sultan, kendine karşı isyan eden askerine kurşun sıktırmamak için teslim oldu. Milletine yıllarca hizmet eden imparator, koca devlette yer kalmamış gibi Selanik’te bir Yahudi’nin köhne köşküne sürgüne gönderildi. Çünkü sultan tahtta iken o Yahudi liderlerin, Osmanlı İmparatorluğu’nun borçlarına karşılık Filistin de yerleşim hakkı istemişlerdi. Sultan ise, bugünlerde çok paylaşılan tarihi sözle cevap vermişti. “Bir karış dahi olsa vatan toprağını satmam, zira o topraklar bana değil, milletime aittir ve ancak alındığı fiyata verilir.” Yani kanla alınmıştır, kanla verilir demek ister. Hâliyle sürgüne kendi yaptırdığı demiryoluyla gönderilmesi ve o köşk büyük bir mesajdır. “Hizmet ettiğin halkın sana yardım edemedi ve biz (Yahudi ve Ermeniler yani Batı) seninle olan savaşı kazandık, demek isteniliyordu.
Son imparator tahttan indirildikten on yıl sonra Osmanlı parçalanmaya başladığında, Ulu Hakan’ı tahttan indirmek için sıraya girenler, türlü türlü olaylarla saldıranlar kapısına gittiler. Ona Yıldız Suikastını düzenleyenlere övgüler yağdıranlar sultana methiyeler dizmeye başladı lakin geri dönülemez son başlamıştı. Osmanlı yok olmanın eşiğini çoktan geçmişti. “Onu anlayamadık!” diyerek dizlerini dövenlerin pişmanlığı fayda getirmedi, onların hataları bu milletin elindeki her şeyin gitmesiyle sonuçlandı.
Batı ve batının köleleri varsın ona “Kızıl Sultan” desinler. O, imanlı her gönülde “Gök sultan, Ulu Hakan” olarak kalacaktır. Siz hiç, Kazıklı Voyvoda’dan kahraman diye hitap edildiğini duydunuz mu? Hayır, çünkü tarih boyunca kötülükle kol kola olanların hemen hepsi unutulmuş veya isimleri lanetlenmiştir. Ama bir adama milyonlarca hatta milyara yakın insan buruk bir hüzünle rahmet diliyor ve onu gönüllerinde saklıyorlarsa yanılıyor olamazlar. Milyara yakın insan yanılıyor olamaz.
Kıymetli okurlarım. Konu Ulu Hakan olunca tarafsız olmak mümkün değildir. Çünkü o, milletinin tarafındaydı. Bize de şimdi, onun tarafında olmak düşer. 10 Şubat 1918’de fani dünyadan göçen Cennet Mekân Ulu Hakan’ın vefatının sene-i devriyesinde bir kez daha Allah’tan rahmet dileyerek oldukça uzun olan yazıma son verip sabrınızı rica ediyor ve hepinize esenlikler diliyorum.