Sosyal medya, insanları birbirine bağlayan bir platform olarak hayatımıza girdi; ancak zamanla, toplumsal ikiyüzlülüğün aynası haline dönüştü.
Bugün, milyonlarca insan sosyal medyada kendini ifade ederken, bu ifadelerin ne kadar gerçek olduğu büyük bir soru işareti. Paylaşılan “mükemmel hayatlar” ve idealize edilmiş içerikler, bireylerin gerçeklerini saklamasına ve yalnızca görmek istedikleri yüzlerini sergilemesine neden oluyor.
Instagram, TikTok ve benzeri platformlar, bir sahne haline geldi. Kullanıcılar, filtrelerle süslenmiş fotoğraflar, düzenlenmiş videolar ve parlatılmış hikayelerle hayatlarının yalnızca “ışıltılı” yanlarını gösteriyor. Ancak bu paylaşımların ardında, çoğu zaman yalnızlık, kaygı, hatta mutsuzluk gizleniyor. İnsanlar, beğeniler ve takipçi sayıları üzerinden bir değer biçme yarışına girerken, gerçek benliklerini unutarak dijital bir persona yaratıyorlar.
Bir başka sorun ise empati ve farkındalık konularında yaşanıyor. Sosyal medyada adalet, eşitlik veya çevre duyarlılığı gibi konularda duyarlılık gösteren milyonlarca kişi var; ancak bu duyarlılık çoğu zaman yalnızca “görünmek” için yapılıyor. Bir gönderiyi paylaşarak “görevini yerine getirdiğini” düşünen bireyler, gerçek hayatta bu konularla ilgili herhangi bir adım atmıyor. Örneğin, çevreyi koruma çağrısı yapan bir kişi, aynı gün plastik tüketimini artıran alışveriş çılgınlığına kapılabiliyor.
Sosyal medyada en çok dikkat çeken çelişkilerden biri de ilişkilerde yaşanıyor. İnsanlar, bir yandan “aile değerleri” veya “dostluk” gibi kavramları öne çıkaran paylaşımlar yaparken, diğer yandan en yakınlarına bile zaman ayırmıyor. Yüz yüze iletişim azaldıkça, sanal dünyada oluşturulan bu “kusursuz” ilişkiler, gerçekte oldukça yüzeysel ve kırılgan bir hal alıyor.
Bu ikiyüzlülüğün bir diğer yansıması, eleştiri ve linç kültüründe görülüyor. İnsanlar, sosyal medyada ahlak bekçiliğine soyunup başkalarını sert bir şekilde eleştirirken, kendi hatalarını görmezden geliyor. Özellikle anonim hesaplar üzerinden yapılan yorumlar, toplumsal ikiyüzlülüğün en uç örneklerini gözler önüne seriyor.
Peki, bu kısır döngüden nasıl kurtulabiliriz? Sosyal medyayı yalnızca kendimizi göstermek için değil, gerçekten anlamlı bağlar kurmak ve topluma katkıda bulunmak için kullanmayı seçebiliriz. Daha az filtre, daha çok gerçeklik… Daha az beğeni kaygısı, daha çok samimiyet… Belki de bu, toplumsal maskelerimizi çıkarıp, gerçek benliklerimize ulaşmanın ilk adımı olabilir.
Sosyal medya, doğru kullanıldığında bir güç olabilir. Ama bu gücü, iki yüzlü bir gösteri sahnesine dönüştürmek yerine, daha dürüst bir dünya için kullanmayı seçmek bizim elimizde. Gerçek yüzümüzle var olmaktan korkmayalım.