Yazamayacak kadar çürümüş olabilir mi bir insan? Soyutlanmış, içe kapanmış bir ruh hâlinde, belki de çarmıha gerilmeye mahkûm edilmiş bir günahkâr?
Bu sorular, kişiden kişiye değişkenlik gösterecektir. Bir dindar için en büyük korku, Tanrı katında yargılanmaktır; bir doktor içinse, ellerinin arasından kayıp giden bir hastanın ölümüne sebep olmak. Peki ya bir yazarın en büyük prangası? Yazamayacak kadar yaratıcılığını yitirmiş, elinde tuttuğu, yılların yükünü taşıyan ve her satırında can yakan kalemine karşı yabancı olmaktır. Evet, kalemden bahsediyorum size.
Bir zamanlar cebimde bir kuruş dahi olmadığında, gri ve soğuk bir sokakta, yardım için insanlardan imza toplayan kör bir dilenciyle karşılaşmıştım. Tipik bir dilenciydi; “dilenci” kelimesi kulaklarda yankılanınca oluşan o silik görüntüye sahip sıradan bir ruhtu kendisi. Issız sokakların sert kaldırımına çökmüş, gözlerindeki umutsuzlukla hayata tutunmaya çalışıyordu. Aklımdan asla böyle bir şey yapmak geçmezdi; fakat şeytan işte, bana o kadar güzel cilve yapmıştı ki o kalemi çalmayı kendime görev edinmiştim. Demek isterdim ki hayır, şeytan bana bir şey yapmadı; ben sadece o kalemi ondan almak istedim. Ve aldım da kendisinden… Ne kadar aciz ve acınası bir durum değil mi? Benim için değil açıkçası; çünkü o kalem sayesinde ay sonunda yetiştirmem gereken bir yazımı yetiştirmiş, karnımı doyuracak kadar da kendime bakliyat alabilmiştim. Hayat bu yahu, absürt bir hayat hem de!