Bilmem kaç kere yazdım da sildim şu gönlüme düşenleri. Gözümden düşenlerle beraber kaç kere yemin ettim yok saymaya.
Kaç kere canhıraş kaçışan hislerimi toplayıp, tozlu bir sandığa kaldırdım da hep yenildim kendime ve içime düşen amansız korkulara…
Düşünmenin en yalın halinde kalemi saplayıp yüreğine, yazmak hali bu…
Boş duvarlara, buğulu camlara ya da küstah konuşmalara, bilmem ne varsa işte….
Sabır muskası boynunda daralttıkça daraltır bazen.
Her beyhude çabada, zehir zemberek kussan da biçaresin zaman zaman…
Nedir ki düşünmenin en yalın hali? Dişlerine yapışmış bir şeytanın dudaklarını acıtması mı?
Yoksa dost olmuş tavanların zihnimizi saran kolları mı?
Bir sonuca varamadığın yerde düşünmek insanı yavaş yavaş tüketen bir şey belki de…
Tüm yorgunluklarımız kol kola girip halay çeker gözlerimizin önünde.
Bir de vatan yorgunluğunun elini tutmuşlar gibi…
İnsan denen şeyin en tehlikeli olması gibi…
Karmaşık sorulara net cevaplar beklemenin saçmalığı gibi, hislerimden arınmayı beklemek…
İçime düşen korkuların, aslında bir yere kaçamadığı mekan düşünmek…
Gözümden düşenlerin ardından akan inci tanelerini dizsem ipliğe, değerli olur belki de…
Kederin dönemecine çöküp kalanın eline, bir dua gibi dizip versem…
Kaç para eder ki nezaket yerine lüks arayanların gözünde?
Ben artık köşe bucak kaçıyorum, yükümü de vuruyorum sırtıma…
Bir şeyler susmaya kaçıyorum.
Yasakları, yasaları olmayan karanlık sokaklarda bir sokak lambası gibi ıssız ve yalnız kalmaya…
Baktığım yerde gördüğüme değil, sustuğum yerde dizdiğim inci tanelerimle o dönemeci dönmeye kaçıyorum…
Bekletme beni!
Daha silinecek çok mazi var…