Şöyle diyordu şair “benim ağzım, senin kulağına göre değil” Neydi ki dışarıdan okunmayan şeyler? Neydi ki içimizden yazdıklarımız?
Hiçbir kefeye sığmayacak ağırlıkta, hissedilemeyecek kadar hafiflikteydi kelimelerimiz. Gökyüzüne saçılmış yıldızlar kadar ışıklıyken, kimilerinin zifiriliğinde kayboldular. Geldiğimiz gibi dönemediğimiz, eksildiğimiz ve yeterince alaturka olamadığımız bir yerde, benim kelimelerim yok oluyordu yoksunlukta.
Masal içinde, dipsiz bir kuyuda, hiçbir perinin görmediği belki, nurunu bulurum sandığımız bir gönülde, dergâhın haylaz çocuğu olmak istedik. Uslanmayan, anlamayan, sabır isteyen… Dışından görünmeyen, içinde dupduru çocuk kalbiyle, aşka çağrının verdiği sızı içinde haylaz bir çocuk! İşlenmiş son günahları da diri diri yakıp, affedilmek istercesine, boynumuzu uzattık cellada!
Kimileri acabalı hikayelerin kahramanı oldular…
Hiç aranmamışken çıkageldiler, çoğalttılar acabaları. Yüzlerinde darmaduman yalnızlık ve imkansızlar. Bilmiyorlar hiç duyulmamış lirik şiirleri.
Ve bilmiyorlar bir kıvılcımla tutuşmayı. Hissetmiyorlar ki bedelsiz bir cezanın zevkini… Sadece ölü toprağı serpmeyi öğrenmişler üzerimize ve ince bir sicim gibi tüttürüyorlar dumanı.
Harf harf yutarken, tek tek ışığı sönen kelimelerimiz, sayıklamalarımızla çoğalırken eksiliyordu celladın önünde.
Ve…
Dualarında sızmış bir adamın çaresizliğinde, damarlarımızda dolaşan kanın ağrısı gibiydi olan biten her şey… Artık düşlere mi kurulur o uçan salıncaklar bilmiyorum, bilemiyoruz! Bildiğim bir şey var ki; toprağın ağzı gibiyim. Kurumuş dudaklarım var. Kimsenin kulağına göre olmayan kelimelerim dökülüverirken içimden, yeşermeyişine de umut ektim. Bir damla daha su! Bir damla daha derken….
Umut ekelim yeşermek için!
Asla umutsuz olmayın efendim :)