İnsanları birbirine karşı sorumlu olan toplum uygar toplumdur. Dayanışması olmayan, birbirine karşı sorumluluğunu bilmeyen insanlar ise toplum değil, bir yığındır.
Kültürel gelişmeyi sağlayan gizil güçlerden biri de tiyatrodur; öyle ki sanatsal yaratıyı en etkin biçimde topluma aktaran bir araç durumundadır. Tiyatro uyarı görevini yaptığı kadar, toplumu ortak komplekslerinden arındırır, onlara gerçek düşünce erkini, özgürlüğünü sağlar.
Devletin kültür izlencesi kapsamında yer alması gereken en önemli girişimi, yetişme çağında olan gençleri tiyatro eyleminin içine kat-mak olmalıdır.
Bir yaşam bilimi ve toplum sanatı olan tiyatro, halkın önüne bir sonuç olarak çıkar. Ne var ki, tiyatronun bir sonuç olması yanı sıra araç olma niteliği de vardır. Tiyatronun sonuç oluşu onun sanatsal bütünlüğünü, araç oluşu ise eğitimsel gücünü açığa çıkartır. Hayat bir tiyatro mudur cidden? Her bir sahnesi, her birimiz tarafından ayrı ayrı bin bir hünerle sahnelenen? Bazen başrol oyuncusuyuz, bazense yardımcı oyuncuyuz… Peki, başrolünü oynadığımız oyunda perde ne zaman açılır? Doğduğumuzda mı? Ya da aslında ebeveynlerimizin veya kardeşlerimizin oyunlarında yardımcı oyuncu muyuz? Hiç düşündünüz mü? Aynı sahnede hem başrol, hem yardımcı oyuncu olduğumuz zamanların var olup olmadığını? Bence vardır ve gayet gerçektir…
İnançlarımız var, kader var… “Olduğu kadar, olmadığı kader” diyoruz yorulduğumuzda, kendimizi yetersiz hissettiğimizde, ya da çevremizden ya da Tanrı’dan destek beklediğimizde.. Ama Yaradan, “Biz sizin kaderinizi çabanıza bağlı kıldık” demiyor mu? Perde açıldı, ışıklar yandı… Herkes kendi senaryosunu ezberledi ve oynuyor. Senaryo dışına çıkmak serbest. Doğaçlama serbest. Opsiyon kullanmak serbest… Ama bedelini ödemek ya da daha doğrusu başarısız olmayı göze alabilmek kaydıyla… Bu bedel illa ki ceza olmayacaktır her zaman. Olmaz da zaten, en kötü ihtimalle başarısız bir tecrübe olur. Tecrübe denen hücreler oluşturur bir canlı bir organizmayı. Bazense biz sahnedeyken ışıkların söndüğünü, perdenin indiğini hissederiz. Oysa ne ışıklar sönmüştür, ne perdeler inmiştir. Yanılgıdır.
Tam burada aslında Arjantinli bir doktor olan Che Guavera’nın sözünü bir daha gözden geçirelim: “Kaybetmekten korkma, bir şeyi kazanman için bazı şeyleri kaybetmelisin. Ve aslında Kaybettiğinde değil, vazgeçtiğinde yenilirsin…” Hiç motivasyonu bozmadan, sesimiz ya da dizlerimiz titremeden devam etmemiz gerekir, hâsılı tiyatro denen oyuna. Çünkü kırılma noktası o andır. Ya gözyaşlarıyla kulise sığınır, kaderine küser insan başarısızlığını tescil eder ya da izleyicilere oyunun sonunda bir şekilde, her şekilde kendini ayakta alkışlatır. Hayat bir tiyatrodur, evet… Rollerimiz saptanmıştır. Ama senaryoya sadakat kişinin kendisine bağlıdır. Riske girmenin sonuçlarıyla gerektiğinde yüzleşme cesaretine sahip olmak kaydıyla.
Bazı insanlar zevk için maske takar, bazı insanlar mecburiyetten takar o maskeyi. Bazı oyuncular taktıkları maskelerle hayatı boyunca dram oynarlar, bazıları da taktıkları maskeyle komedi oynarlar zevk için. Hangisi iyi oyuncudur düşündürür. Tartışılabilir bu konu ben dram oynuyorum ama yüzümdeki maske asla belli etmez.
Oynadığım oyunu saklamak zorundayım neden saklıyorum çok düşündüm kime, niye ya da neden. O kadar çok cevabı var ki bunun. Aslında belki çevreden, belki kadın olmanın zorluklarından, belki ailevi baskılardan. Yada benim ülkemde hem güzel hem dul olmanın zorluğundan olabilir mi acaba?
Evet! Bence bundan olabilir. Birde yalnızsanız size destek çıkacak bır ağabeyiniz, yada erkek kardeşiniz, yada babanız yoksa daha da zordur bu durum sizin için. Ve saklanırsınız o maskenin arkasına aslında maske değildir bu hapishanedir size. Ve bunu sadece siz bilirsiniz …Kim nerden bilebilir ki?
Sizin dışarıdan bakıldığı gibi bir hayatınızın olmadığını, siz dayak yiyip yaz günü boğazlı badi giydiniz mi? Boğazınızdaki parmak izleri görünmesin diye eve gelen misafirlere boğazımı üşütmüşüm o yüzden böyle giyindim dediniz mi? Demişseniz sizde iyi bir oyuncusunuz demek ki!!! siz gelen misafirlere karşı mutluluk oyunu oynadınız mı? Oynadıysanız aferin size, sizde maske kullanmayı örgenmişsiniz demek ki! Siz eşiniz en yakın arkadaşının, size hangi gözle baktığını ve bir davet sonrası ‘’çok güzelsiniz ve çok fazla kadınsınız’’ dediler mi? Ve siz bunu duyunca utancınızdan başınızı eğer miydiniz? Ve bu sizin yanınızda mecburi durumlarda çanta diye taşıdığınız kişiye söyleyip önemsendiğinizi hissettiniz mi?
Tiyatro hayatı suni bir hayattır denilse sosyal hayatın da bu bakımdan hiç de tiyatrodan aşağı kalmayacağı ileri sürülebilir
Moreno, insan psikolojisinin tedavisinde ve insan ilişkilerinin incelenmesinde niçin tiyatro metoduna başvurmuştur? Çünkü toplum hayatıyla tiyatro oyunu arasında büyük bir benzerlik vardır. Gerçekten en küçüğünden en büyüğüne kadar her zümre, her toplum tiyatro sahnesine benzemez mi? Her birimiz bu geniş sahne içinde çeşitli rolleri üzerine alan, oynayan aktörler sayılmaz mıyız? Herhangi bir kimse aile içinde baba rolünde, otobüste, trende vapurda, dolmuşta yolcu rolünde, öğretmense öğretmen, tüccar ise tüccar rolünde, bir partiye, bir derneğe üye ise silik ya da gözde bir üye rolündedir. Her birimizin, hepimizin toplum denen bu sahnede böyle bin bir rolümüz yok mudur? Hangi rolü oynuyorsak o kılığa bürünmez miyiz? Mimiklerimizi, jestlerimizi, davranışlarımızı oynadığımız role göre ayarlamaz mıyız? Bu bakımdan toplum hayatı ile tiyatro hayatındaki benzerlik inkâr edilebilir mi? Biri tiyatro aktörü ise biri toplum aktörüdür. Toplum hayatı bir oyun ise tiyatro bu oyunun oyunu, onun bir yeniden tekrarıdır.
Oyuncuların özgürlük dereceleri bakımından da toplumla tiyatro arasında benzerlik vardır. Toplum hayatında oynanan rollerin nasıl farklı özgürlükleri varsa tiyatroda oynanan rollerin de özgürlük dereceleri vardır. Gerçekten toplum denen sahnede oynanan bin bir çeşit rolde geleneklerle, törelerle, adetlerle, kanunlarla, tüzüklerle, yönetmeliklerle katılaşmış bir hal alır. Toplum oyuncunun hareketlerini, davranışlarını, sözlerini, düşüncelerini son derece sınırlar. Bazen de oyuncuya sonsuz özgürlük verir. İşte bütün sosyal rolleri böyle en katılaşmışından en özgürüne kadar derecelendirerek sıralamak mümkündür. Tiyatroda yüklenilen roller de böyle değil mi?
Bir ucunda eserin metnine ve sahneye koyucunun tasarladığı hareketlere harfi harfine uyan aktörün son derece sınırlı rolü varsa, bir ucunda da sahnede tam bir özgürlük içinde oynayan Tuluatçının rolü vardır. Bu iki uç arasında da rollerin sonsuz dereceleri sıralanabilir. Tiyatro hayatı suni bir hayattır denilse sosyal hayatın da bu bakımdan hiç de tiyatrodan aşağı kalmayacağı ileri sürülebilir. Gerçekten sosyal hayatımız daha doğrusu insanlığımız hayvanlık temeli üzerine kurulmuş baştan aşağı yapma bir hayat değildir; Hayvanlık içgüdüleri gibi doğuştan değildir. Sonradan eğitimle kazanılmıştır. Eğitim yoluyla edindiğimiz her türlü alışkanlıkların, göreneklerin, dil gibi değerlerin durmadan tekrarlanması, tazelenmesi de bu yüzdendir. Bunlar devamlı şekilde işlenmez ise paslanır, bilinmez ise körleşir.
Demek ki toplum hayatı baştan aşağı yapma bir hayat, tiyatro da bu yapma hayatın yapması, onun geriden tekrarıdır. Öyle ise sosyal hayat ile tiyatro arasında bu bakımdan bir öz farkı yok, sadece bir derece farkı vardır. Moreno’nun tiyatro metodunu psikiyatride bir tedavi, sosyolojide de insan ilişkilerini incelemek için bir metot olarak ele almasını sosyal hayatla tiyatro arasındaki benzerlikte aramak elbette doğru olacaktır.
‘Neden tiyatroyu bütün teknolojik uzantılarından, mekanların kapatıcı etkisinden de kurtarıp, seyirciyle direk temas etmeyeyim ki?’
Sermayenin sanatçıların yoğunlukta olduğu mekanlara gelip artan hareketlilik ve ışıltıyı ele geçirmesi haline mutenalaştırma (soylulaştırma) dendiğini, biz de Galata sürecimizde (Dans Buluşma-İstanbul) başımıza gelince öğrendik. Ardından, ekmeğini zar zor kazanan biz sanatçılar, artan kiralarla beraber, hayat şartlarının birden bire zorlaşmasına dayanamayarak, kentin daha az bilinen yerlerine doğru harekete geçtik. Kasımpaşa, Karaköy böylelikle gündeme geldi, Balat böylelikle gündeme geldi ama en nihayetinde Kadıköy genel bir göçü sırtlanarak, sanat üretimi için gözde bir mekan haline geldi. Siz Kadıköy’e göçenler arasında oldunuz. O süreçten biraz bahseder misiniz, süreci nasıl yaşadınız ve neler oldu?
Benim kısa bir hikayem var; ben bunu hep öyle anlatıyorum. Bizim sahnemiz, sen de biliyorsun tatlıcının üzerindeydi, şimdi marka söylemeyeyim, Galatasaray Meydanı’nda, kitapçının karşısı, tatlıcının üstü diye tarif ederdik. Üç seneden beri Beyoğlu’nda kendi sahnemizin olma maceramızın son senesinde, bizim tatlıcının yerine elmas markası açıldı. Takı mağazası, takı da yani öyle sıradan değil Svaroski Elmas mağazası açıldı. O sırada, mal sahibi kiraya çok ciddi zam yaptı. Neredeyse bugün Kadıköy’de verdiğimiz kiradan daha yüksek bir kira istedi, astronomik bir fiyat artışı…
Biz öylelikle anladık ki tatlıcının üstünde tiyatro olur ama elmas mağazasının üstünde tiyatro olmaz. Çünkü o elması almaya gelen adam ( insan ) bizim dilimizi bilmiyor. “Parası olan ve elmas mağazasına gelip alışverişini yapan kişi bize gelmiyor zaten” deyip tası tarağı topladık, depoya kaldırdık. Kadıköy’e geçelim gibi bir vizyon olmadan. “Bu iş burada bitti, biz mekandan çıkıyoruz, başka uygun bir yer bulana kadar kendi sahnemiz olma halini şu anda askıya alıyoruz” diyerek ayrıldık.
Daha sonra da işte Kadıköy’de sahne bulmak kolaylaştı yeni açılmış sahneler vardı özellikle Kadıköy Sanat Tiyatrosu’yla alışveriş içerisindeydik, Onlar gelip bizde Beyoğlu’nda oynuyordu biz gidip onlarda oynuyorduk. Eşyalarımızı depoya kaldırdıktan sonraki bir seneyi, kendi sahnemiz olmadan geçirdik. Beyoğlu’nda tiyatro bulmak da sıkıntı değildi. Tiyatro, tiyatro cafe, performans alanı, kültür merkezi gibi pek çok alan vardı oyunlarımızı oynayacak. Sonra bahar gibi “Kadıköy iyi ya, ayağımız da alıştı…” deyip yeniden yerleşmek için Kadıköy’de karar kıldık. Tabi Beyoğlu’ndaki süreci de görüyorduk. Eğlence mekanları Beşiktaş’a, sanat üretimi de Kadıköy’e kayıyordu ve seyircinin ayağı da alışmış görünüyordu. Bir daha ki yazıda görüşmek dileğiyle.