İdeal devlet nasıl olmalı sorusu kaç gündür zihnimde. Bu soru da beni “Devlet” isimli eseri okumaya sevk ediyor.
Elimizdeki metnin Yunanca adının sadece dilimize değil, öteki dillere de çevrilmesi sırasında alınabilecek kararlar bile, bir tartışmanın kapısını aralayabilir cinste.
Bunu söylerken, daha çok akademisyenleri, hatta daha da öteye Platon uzmanlarını ilgilendirecek bir soru olan, Platon’un metnine tekil “politeia” mı yoksa çoğul “politeiai” adını mı vermiş olduğu sorusunu kastetmiyorum. Platon külliyatı içinde günümüze ulaşan elyazmalarında her iki biçimin de kullanıldığını öğreniyorum.
Platon’un en ünlü öğrencisi Aristoteles’in bu eserden yaptığı alıntılarda kullandığı tekil biçimi tercih etmememiz için herhangi bir neden bulunmadığını ve bu tercihin büyük olasılıkla yerinde olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz.
“Devlet” başlığını tercih etmeme durumunda, metnin başlığı “Devlet Biçimleri” olarak düşünülmelidir. (Bu konuda epey bir tartışma yapıldığı belli oluyor. Çoğu uzman, ağırlığını “tekil” halden yana koyuyor; U. v. Wilamowitz-Moellendorff, Platon, 2. cilt., Berlin, 1919, çoğul biçimi benimseyen çevirilere örnek. Ancak elbette Aristoteles’in alıntıları felsefe-kültür tarihi bakımından en güvenilir, sahici kaynak olma hakkına sahip; çünkü, Platon adı altında, günümüze sahiciliği tartışılır, hatta sahteliği aşikâr epey bir birikim uzanagelmiştir.
Batı’da yapılan çevirilerin ortak kaynağı olan Yunanca metninin yanı sıra “Yasalar” metninin ve öteki politik içerikli Platon metinlerinin sahte olduğunu, Politeia’ya bir yorum yazan, İS 5. yüzyılda yaşamış Proklos’un iddia ettiği söylenir.) Çeviriye dönecek olursak, başlık hakkında karar vermeye yönelik asıl güçlüğün bu tekil-çoğul tercihi arasına sıkışmadığını, “politeia”yı ister Devlet isterse de Devlet Biçimleri olarak karşılayalım, sorunun, Yunanca kavramın derinliğini ve genişliğini modern ya da öteki devlet kavram ve tasarımları ile vermenin zorluklarından kaynaklandığını söylememiz gerekiyor.
Bu ilişkiyi biraz açmakta yarar var; çünkü buradan metne girişin bir ilk kapısını da aralama imkânı elde edebiliriz. Kuşkusuz, “devlet” geleneği farklı sosyal-politik-kültürel topluluklar; “devlet” dendiğinde, içeriği değişik ve farklı doldurulacak bir kurumun çağrışımlarına açılıyorlar. Burada bizim yetki ve uzmanlık alanımızın dışında kaldığı için, kendi sosyal-politik-kültürel dünyamızda “devlet” sözcüğünün içeriğinin, bir kavram olarak, toplumsal “zihinde” “duygu ve algıda”, toplumsal/bireysel psikolojide nasıl doldurulduğunu tartışmak bize düşmez. Zaten bu “giriş” kapsamında fiziksel olarak da imkânsızdır bu.
Gene de kısaca bir iki değinme yaparak, özellikle “modern devlet” anlayışını çok geç “ithal etmiş” bir ülkede, Platon’un politeia’sının oldukça farklı bir devlet kavrayışına işaret ettiğini hatırlatmakta yarar bulunmaktadır. Çünkü, aynı sözcük ya da kavram, diyelim ki, devlet ile imparatorluk (reich) kavramını ve çağrışımlarını birleştirmiş, devleti soyut bir zorlayıcı gücün temsilcisi (yasal) şiddet tekelleşmesi olarak algılamaya eğilimli bir Alman zihni ile farklı bir devlet yaşantısı bulunan bir İngiliz’in zihnine farklı yansıyacak; bu iki farklı bakış açısından Platon’un politeia’sı da değişik düzlemlerde alımlanabilecektir.
“Polis ya da Kent Devleti ve Yurttaş İlişkisi Politeia, eski Yunanlı için (en azından metnin yazıldığı dönemde) önemli ölçüde bireysel, kişisel yaşantı parçası gibi bir şeydi; “polis” insanının ya da yurttaşının bizzat katıldığı bir deneyimdi; politeia bir iç düzendi, “polis”in ruhuydu, kişi de (yurttaş da) bu “polis ruhunun” vazgeçilmez, ortadan kaldırılmaz parçasıydı.
Dolayısıyla da “politeia, onun dışında, ona yukarıdan zor uygulayan soyut bir kurum olarak hiçbir anlam taşıyamazdı.
Yunanlılara özgü politik bir yaratım olan “polis,” kişinin (yurttaşın, bireyin) yararlarını düzenleme adına, onun karşısında, zor uygulama yetkisini meşrulaştırmış bir karşı güç olarak yer almıyordu; polis, mekânsal bir merkezin, polisin (kentin) içinde, çevresinde bir araya gelmiş, bağımsız bir cemaat (topluluk) oluşturan yurttaşların toplamıydı.
Polis topluluğu (cemaati) kişinin yurttaş (politeas) olarak yaşayabileceği biricik sosyal alandı; bu nedenle de en azından onun politik varoluşunun ortadan kaldırılması ya da polis dışına itilmesi, bugün bizim anlayıp kavrayabileceğimizden çok farklı sarsıntılara yol açabiliyor, kimliğin, kişiliğin ve varoluşun yitimini ifade ediyordu.
Kişi, poliste, doğuştan itibaren yurttaşlık hakkı kazanmış oluyordu; çünkü hem hakiki polisli olan anne, gene bir polis yurttaşı olan babaya bir çocuk armağan etmiş oluyordu; bu yönden, fiziksel bakımdan polisli olma hakkını elde ediyordu çocuk; ama öte yandan da aile hukukuna göre düzenlenmiş, kendi gelenekleri, dinsel kult ve tören âdetleri bulunan bir cemaatin (phratrie) içinde dünyaya geldiği, bu cemaate kabul edildiği için de polis yurttaşı, öteki deyişle bir kent yurttaşı sayılıyordu. Politeas (polis yurttaşı) savaşta ve barışta kenti için yaşar ve kentin hemen surları önüne gömülür, ya da savaşta ölmüş ve geri dönememişse, bütün öteki savaş kahramanları ile birlikte bu kez sembolik olarak surların önündeki mezarlıkta yerini alır, politik hayatını kentin (devletin) içinde öteki işlevlerini yerine getirerek gerçekleştirirdi:
Ya askerdi ya da komutan; dar anlamda politik görev yapan, onurlu bir resmi işte çalışan bir memurdu (bürokrat); ekonomik işlerle uğraşır, dini gereklikleri yerine getirirdi. Yunan polisi, bütün kult (tapınma/ibadet) görevlerinin yönetildiği merkez, tanrıların iradesinin gerçekleştirilme aracıydı. Polis tanrıların koruması altındaydı, o da, “kalede”, Akropolis’te oturan tanrılarını kayırıp koruyordu.
Kentin bütün eylemleri, aldığı kararlar, yaptığı tercihler ilkece tanrılarındı ya da onlar adına, onların istediği eylemler olarak anlaşılıyordu; bu eylemleri yerine getirenler, tanrıların lütfuyla, onların koruması ve yol göstermesi sayesinde yapabiliyorlardı bunları; demek ki polis’e karşı asice, yıkıcı ve başına buyruk davranan kimse, aslında tanrıların buyruk ve isteklerine karşı gelmiş oluyordu.
İlginç bir tesadüf olması gerek, yıllar sonra ülkemde bazı politikacılar hükümet lehine oy kullanmayan vatandaşların cennete gidemeyeceğini ifade ediyor. Tanrıların iradesine karşı gelmiş oluyor!
Muhalif bir milletvekili cezaevinde rehin tutuluyor.
Kaygılı bir annenin kaygı oranı yada koruma içgüdüsünün artması durumunda benim ülkemde olduğu aşamaya geleceğini düşünüyorum.
“Sen düşünme, ben senin yerine düşünürüm!”
Sen okuma araştırma üretme ben bunları senin yerine yaparım!
Sen sadece tüket!
Cumhuriyetin kuruluş yıllarında üretime ağırlık verilirken şimdi tüketime ağırlık veriliyor. Bununla birlikte insanlar bu durumdan memnun.
Bence sosyologların makale okumayı bırakıp bu durumu incelemeleri gerek.
Toplum olarak emek vermeden kazanmayı kanıksadık galiba. Polisin ilke ve düzenlemeleri, bir annenin, bir babanın, bir kardeşin, dolayısıyla da bütün yurttaşların himaye edici, yönlendirici sesini temsil eder. Polisin biricik hedefi, yurttaşlarının gerek tanrısal gerekse insansal düzlemde varoluşlarını düzenlemek ve korumak; gençleri, en iyi yurttaşlar olarak yetiştirmek, bütün yurttaşlarına mutlu bir hayat sağlamak olduğundan, polis düzeninin yetkili ellerine, bugünkü modern dünya insanının, en azından Batı demokratik toplumlarındaki bireyin kolay kolay anlayabileceğinden çok fazla, bireyin özel hayatına ve mülkiyet ilişkisine müdahale imkânı veren haklar teslim edilmişti.
Peki günümüzde devlet bizi ne kadar mutlu ediyor?
Yurttaşlara mutlu bir hayat sağlamak!
Yirmi yıldır en çok duyduğum sloganlardan biri bu ve bu amaçla özel hayata müdahale etme yetisini kendinde gören idareciler.
Son günlerde gençlerimizin yorucu bir eğitim yılının sonunda düzenlenen bahar şenliklerinin iptal edilmesi buna örnek verilebilir.
Bu kararın alınmasında tarikatların da ne kadar etkili olduğu bence tartışılmaz.
Belki de Platon’un yazdığı devlet dünyanın hiçbir yerinde yoktur.
Hep ulaşmak istediğim refah ülkelerinde de kim bilir yolsuzluklar olabiliyordur.
Yaşadığım ülkede frekansı daha fazla olduğu kesin. Ortadoğu’da kıyafeti nedeni ile tutuklanan kadınlar olurken batıdaki çağdaş ülkelerde bu olmasa da Bu refah ülkelerinin kusursuz olduğu anlamına gelmiyor.
Polis vatandaşı kendisine yöneltilen talepleri, kişisel alana bir müdahale gibi algılamıyor, kendisinden talep edilenleri yerine getirmeyi, gerek kendisi gerekse de öteki yurttaşlar bakımından yerinde ve gerekli fedakârlıklar olarak görüyordu. Bu fedakârlıklar ülkemizde emekliler tarafından fazlasıyla yerine getiriliyor.
Politeia (devlet), yaşayan bütün yurttaşların tarihsel olarak gelişmiş haklarının ve bu haklara karşılık gelen görevlerinin bir tür özeti, genel talepler ile kişisel hak ve isteklerin gücünden türemiş canlı, yaşayan bir birim, bir bütünlük olarak anlaşıldığında, onu taşıyan yurttaşların ekonomik, politik, hukuksal ve elbette dinsel ve düşünsel ilişkilerde yaşadıkları dönüşümlerle birlikte, devletin de bu dönüşümlere, yeniliklere cevap verebilecek düzenlemelere gitmesi de kaçınılmaz.
Politeia’nın bu yönde gerçekleştirdiği adımlar, reformlarda ya da devrimlerde görünürleşiyor, muhafazakâr çabalar ile reform çabalarının karşı karşıya geldiği yerde tayin edici önem taşımaya başlıyorlardı.
Politeia’da gerçekleştirilen dönüşümler ile ilgili olarak Sparta’lı Lykurgos, Drakon, Solon, Perikles, Atinalı Kleistenes ve gene başka kentlerdeki (polislerdeki) isimler akla gelmektedir.
Bu ve benzeri kimselerin talep ettikleri reformlar ya da atılmasını istedikleri ilerici adımlar, bütün bir kentin değilse bile, kent yurttaşlarının önemli bir bölümünün talepleri olarak ortaya çıkmış yenileme girişimlerini, hayata yönelik yeni istekleri dile getirmekteydi.
Yeni bir düzene yönelik talepler, bütün bu reform ve yenileştirme isteklerinin yeni yasal düzenlemeler içinde tespit edilmesini ve polis’in, yurttaşların yaşama biçimlerinin ve taleplerinin ifadesi olma görevini, bundan böyle de yerine getirtmeyi hedeflemekteydi. Yunan toplumu hem coğrafi yönden birbirinden kopuk birimlerden oluşuyordu hem de çeşitli yerel, etnik cemaatlere ve kültürlere bölünmüştü; bu sosyal yapıyı taşıyan birkaç yüz polis vardı. Bunların çoğunun tarihi ve siyasal yapıları hakkında hemen hiçbir şey bilinmemektedir; dolayısıyla da Atina, Sparta gibi birkaç polis devleti örnek olarak kabul edilir.
Coğrafi yönden bakıldığında surlarla çevrili polislerin dışında geniş kırsal alanlar yer almaktaydı. Her polisin yüksekçe bir alana kurulu bir kalesi, öteki deyişle akropolis’i ve bir pazar yeri (agora’sı) bulunmaktaydı. İÖ 3. yüzyılın hemen başında, özellikle, merkezi konumdaki Atina polisi (sitesi) ya da kent-devleti, siyasal-ekonomik dengelerin bozulmasıyla, muhafazakârlığın arttığı bir döneme girmişti.
Sokrates’in duruşması da bir yönüyle bu bağlamda ele alınması gereken bir tarihsel trajediyi yansıtıyordu. Atina karşısında “bir tür aydınlanma”yı temsil eden ve Atina dışı merkezlerde etkili olan Sofistler, felsefelerinde “insanı” ölçü olarak öne çıkartıp şeylerin doğruluğunu ve geçerliğini öznelleştirirler; tek kişinin bireysel bilincinin ve algılarının, nesnel dünya karşısında güvenilmez duruma gelmesi, aslında yukarıda sözünü ettiğimiz polis devletinin düzenleyici ilke ve yasalarına bir güvensizlik, genel geçer kurallara bir başkaldırı anlamına gelmekteydi.
Sofistik düşünce, bireyi sorun olarak, bütün bir varlığın ve isteğin merkezine yerleştirmeye başlayınca, o zamana kadar uzana gelmiş bütün düzenleri sarsan bu anlayış, polis “evrenini de” yepyeni sorunlarla, endişe, kuşku ve taleplerle karşı karşıya getirdi. Gerçekten de İ.Ö 4. yüzyıl, o zamana kadarki hayatı taşıyan bütün sağlam görünmüş temellerin sarsılması demekti. Örneğin tanrılar ya da tanrısallık anlayışı, varlığın en temel ve eski ölçüsünü oluşturur ve insanın bütün eylem ve davranışları, son tahlilde, tanrı düzeninin karşısında tartılıp yerine oturtulurken, “sofistik kuşkuculuğun” yaygınlaşmasıyla birlikte, sadece tanrısal düzenleyici ilkeler değil, onların doğrultusunda meşruiyetini bulan ilişki ve kurumlaşmalar da sarsılmaya yüz tuttu.
Örneğin İ.Ö 4. yüzyılın başına kadar, Atina’da yönetim genellikle “soylu” sayılacak kişilerin sorumluluğunda kalmışken, şimdi herkes devlet görevlisi olma hakkına sahip olduğunu düşünüyordu. Gerçi bu “yeni dönem”, soylu dediğimiz kentin varlıklı kesimlerinin çocuklarından daha çok polis yurttaşlarının çocuklarından yeni bir eğitim kalitesi talep ederken, yepyeni bir öğretmen tipinin de gelişmesini zorunlu kılmaktaydı.
Bu öğretmenler de gene Sofistler içinden çıktılar. Bunların en ünlülerinden biri, dersinin hedefi olarak “areta politike”yi, yani kente özgü yetenek ve beceri geliştirmeyi, gerek evde, gerekse kentte, pratik hayata ayak uydurmayı öğreten Abdera’lı Protagoras’tı. Bu anlayış politik teorinin de doğuşuna işaret ediyordu ve Yunanlı genci eğitmeye kalkmış hiçbir öğretmen, polis için eğitim verdiği sürece, en iyi devlet biçiminin hangisi olduğu sorusuna değinmeden eğitim yapamazdı.
Eğitimin temel amacının bu olması gerektiğini düşünüyorum.
Bir genç çarpanlara ayırmadan yada denklem çözmeden önce yaşadığı toplum için en doğru devlet biçiminin ne olduğunu kavramalıdır.
Bu kazanım için tek bir yol var : kitap okumak.
Çocukluğunda eline geçen harçlıkla kitap alan ve yaşamı boyunca sabahlara kadar okuyan bir lidere sahibiz bir başka deyişle çok şanslı bir toplumuz.
O zaman temel soru şu: Bu kadar şanslı bir toplumda yaşıyorsam neden refah ülkelerine gitmek istiyorum?
Hayatta tek amacımız daha yeni araçlar almak ve daha konforlu dairelerde oturmak mı olmalı diye düşünüyorum. Hükümet başkanımız bu tür isteklerin sıradan olduğunu belirtti. Bu fikre sahip olan birinin maddiyattan çok okumaya ve aydınlanmaya değer veren gösterişten sakınan bir yaşam tarzına sahip olması gerekir.