Schopenhauer’in felsefesinin temelinde yer alan iki noktadan söz edebilirim..
Bunlardan birincisi dünyanın kör bir iradenin eseri olduğu düşüncesi, ikincisi ise Yunan geleneğinden başlayarak kendisine kadar birçok filozofun öne sürdüğü ‘’hayatın nihâi amacı mutluluktur’’ fikrine karşı onun, hayatın mutluluk gibi bir amacının olamayacağı, bunun en büyük yanılgılarımızdan biri olduğu düşüncesidir. evrenin özünü kör bir iradenin oluşturduğu, her insana asıl hükmeden şeyin bu irade olduğu fikri çok daha geniş bir yazıda ele alınması gereken bir varsayımdır. Hatta diyebiliriz ki büyük filozof, yaşamının sonuna kadar Türkçeye ‘’İrade ve Tasarım Olarak Dünya’’ ismiyle çevrilen başyapıtı Die Welt als Wille und Vorstellung’da bu konudaki fikirlerini temellendirmeye çalışmıştır.
Onun bir ömür adadığı bu fikri, kısa bir yazıda açıklamak tabiatıyla mümkün olmayacaktır. O halde, Schopenhauer’in felsefesinin temelinde yer alan bir diğer görüşüne yani dünyanın acıyla dolu olduğu, mutluluğun peşinde koşmanın en büyük yanılgımız olduğu gerçeğine değinmek yerinde olacaktır.
Schopenhauer, bu görüşünü açıklarken kendinden önce gelen birçok filozofun insanın ancak mutlululuğun peşinden giderek ihyâ olabileceğini söylediğini ve bu düşüncenin onların en büyük hatası olduğunu belirterek söze başlar. Ona göre, doğayı var eden üstün bir akıl söz konusu değildir. Evrende gördüğümüz her şey -bizler de dahil olmak üzere- kör bir iradenin eseridir. Evrene içkin herhangi bir düzenden ve kusursuzluktan söz etmek mümkün değildir. Bu görüşü onu çağdaşı olan Hegel’in ‘’zeitgeist’’ kavramıyla açıkladığı zamanın bir ruhu olduğu görüşüne karşı büyük bir tepki koymasına sebep olur.
Schopenhauer’in herhangi bir eserini okurken Hegel’e ve takipçilerine bulaşmadığı, onları yerden yere vurmadığı bölümle karşılaşmamak bir hayli zordur. Ona göre Hegel, bütün söyleyeceklerini bir mürekkep balığı gibi kapkaranlık bir bulut yığının arkasına saklayan bir soytarıdır, yeri geldiğinde birahaneci kılıklı heriftir, yeri geldiğinde de felsefesiyle karnını doyurmaya çalışan bir açgözlüdür. Bu duruma, üniversitede verdiği derslerle aynı anda Hegel’in de dersi olması dolayısıyla kendi derslerine üç-dört kişinin katılmasının, Hegel’e karşı gelişen yoğun bir kıskançlık hissinin sebep olduğunu söyleyen felsefe tarihçileri bulunmaktadır. Fakat kanaatimce durum bu kadar basit değildir. Zira her ikisinin hayata bakışı, felsefesi ve temellendirmeleri birbirlerinden bir hayli farklıdır.
İkisi de kendilerinin Kant’ın esas takipçisi olduğunu söylese de bu konuda uzlaşmalarının mümkün olmayacağı sarih bir gerçektir. Konumuza geri dönersek; Schopenhauer, dünyanın gerçekliğini akılla kavramamızın mümkün olmadığını söylerken onu ancak sezgilerimiz yoluyla bir ihtimal çözümleyebileceğimizi de belirtir. Zira, akılla varoluşa gelmemiş bir şeyi akılla açıklamanın mümkün olmayacağını belirtir. İnsanı, metafizik bir hayvan olarak nitelendiren Schopenhauer’in görüşlerinde Platon, Berkeley ve Hint mistisizminin yoğun bir etkisi vardır. Bu üçlü arasında Schopenhauer’i en çok etkileyen kadim Hint mistisizmi olmuştur.
Dünyadaki tüm dinlere karşı saldırganca yaklaşan ve iflah olmaz bir ateist olan Schopenhauer, söz konusu Hint bilginlerinin metafiziği olduğunda onlarla birçok görüşü paylaşmaktan geri durmaz. Senail Özkan’ın Schopenhauer-Paradokslar üzerinde Raks isimli eserine bir göz gezdirirseniz aslında onun görüşlerinin tasavvufla dahi bir şekilde bağdaştırılabileceğini görürsünüz.
Zirâ o, tıpkı mutasavvıflar gibi çileci bir anlayışa sahiptir ve huzura ermenin ancak yoğun bir dinginlik halinde olabileceğini belirtir. Dolayısıyla, varoluşa anlam yüklerken aklına değil sezgilerine güvenmektedir. Bu yönüyle irrasyonel filozoflar arasındaki yerin en yükseklerde edinmiştir diyebiliriz. Pekâla, varoluş problemini bir kenara bırakır ve insanın bu dünyaya bir şekilde geldiği gerçeğini kabul edersek neden mutluluğu aramayalım ki, diye sormamız gerekir. Schopenhauer bize şöyle karşılık verir:
‘’İnsan, sürekli gereksinim ihtiyacı olan bir varlıktır. Bu gereksinimlerini yoğun çabalar harcayarak bir şekilde gidermeye çalışır. Bunları giderdikten kısa bir süre sonra tekrar bir gereksinim zuhur eder. İnsan; bir ömür, bu gereksinimleri karşılamak için oradan oraya koşar durur. Fakat onları asla tam anlamıyla gideremez. Bir kısır döngü içinde yaşamanı sürdürmeye devam eder.’’
Doğa şöyle konuşur: Birey bir hiçtir, hiçten de daha azdır. Her gün milyonlarcasını oyun ve eğlence için yok ediyorum; kaderlerini şansa, çocuklarımın içinde en havai ve serkeş olanına terk ediyorum, o da onlara zevk için taciz ve eziyet etmektedir. Üretici gücümden hiçbir kayba uğramaksızın onlardan her gün milyonlarcasını üretmekteyim; birbiri ardına duvara yansıttığı güneşin suretlerinin sayısıyla bir aynanın gücü ne kadar tükenirse benim gücüm de ancak o kadar tükenir. Tikel hiçbir şeydir. Doğaya hükmeden iradenin tek amacı insan soyunun devamlılığını sağlamaktır. Bu süreç devam ettiği müddetçe onun için bir sorun yoktur. İnsanların mutluluğuyla, acı çekmesiyle, soykırıma uğramasıyla vesaire zerre kadar ilgilenmez, o; kördür ve önemli olan tek şey kendisidir.
Tüm bunlara rağmen şahsî kanaatim Schopenhauer’in kötümser bir filozof olmadığıdır. Evet, hemen tüm felsefe meraklıları tarafından bu şekilde nitelendirilir Schopenhauer. Çünkü onun görüşleri, özünde iyimserliğin hâkim olduğu, içinde daima umutla yaşayan insanoğlu için gerçekten de çok çarpıcıdır. Fakat bu onu kötümser, acıların filozofu, huysuz filozof olarak nitelendirmek için yeter sebep değildir. O, bana göre en gerçekçi ve radikal filozoflardan biridir. Eğer hayat kötüyse ve kötülükler hüküm sürüyorsa onu kötü olarak nitelendirmek kötümserlik değil, gerçekçiliğin ta kendisidir.
Schopenhauer, felsefesine bu hususta çok yoğun bir eleştiri geleceğini tahmin etmiş olsa gerek ki kendi felsefesini şu şekilde savunmuştur: Benim felsefemdeki umutsuzluk ve melankoliden dolayı feryat ediyorlar, bunun sebep-i hikmeti şurada yatmaktadır: Zira ben, onların günahlarının bedeli olarak müstakbel bir cehennem efsaneleştirmek yerine, dünyada nerede bir günah varsa orada cehennemî bir şeylerin muhakkak olduğunu gösterdim. Schopenhauer burada, bir klişe haline gelmiş ‘’dünya cehennemdir’’, görüşünden ziyade kör iradenin çocukları olan insanların gittiği her yere bir şekilde kötülüğü taşıdığını ve daima kendi ‘’ben’’ine hizmet ederek dünyayı berbat bir yer haline getirdiğini anlatmaya çalışmaktadır.
Dolayısıyla acıdan uzaklaşmak ona göre ancak ve ancak bu iradenin reddiyle mümkün olmaktadır. Ona göre cehennem, başkalarıdır. Dünyanın özünde acının yer aldığını ve onun hükümdarlığına boyun eğildiğini şu aforizmalarıyla oldukça net bir biçimde açıklamaktadır: – ‘’Saatler ne kadar hoşça geçirilirse o kadar çabuk tükenir, ne kadar acıyla geçirilirse o ölçüde uzadıkça uzar, geçmek bilmez. Çünkü müspet mahiyete sahip olan şey zevk değil acıdır, onun bizzat mevcudiyeti kendisini hissettirir. Benzer şekilde eğlediğimizde değil, sıkıldığımızda zamanın farkına varırız. ‘’Her iki durum da hayatımızın en mutlu anının varlığımızın en az farkına vardığımız an olduğunu kanıtlar. Demek ki ona hiç sahip olmasaydık daha da iyi olacaktı.
‘’Hayatımızı, hiçliğin mutlu sessizliğinde nafile yere rahatsız edilen bir dilim olarak addedebiliriz.’’
Bazı felsefe tarihçileri tarafından tahammülsüz, sert, tavizsiz bir filozof olarak gösterilen Schopenhauer’in ahlâk felsefesinin temelinde ‘’adâlet ve merhamet’’ kavramları bulunmaktadır. Bir köpeği kendine dost edinen filozof, insanların, iradenin reddiyle ve acıların paylaşılması yoluyla birbirlerini anlayabileceklerini, bir olabileceklerini söyler. Fakat bu tür insanların sayısının çok az olduğunu da belirten filozof ancak seçkinlerin hakikate yaklaşabileceğini belirtir. İnsanlığın en büyük düşmanı olarak gördüğü can sıkıntısını insanların birçoğunun kâğıt oyunlarıyla, dedikodularla, gereksiz lakırdılarla ve fitneciliği bir uğraş haline getirerek giderdiğini söyleyerek seçkin kişilerin kaderinin, yalnızlık olduğunu belirtir.
Onun eserlerini okuduğunuzda en çok şikâyet ettiğin durumların başında kalabalıkların ve gürültünün geldiğini görmeniz mümkündür. Gürültüye karşı yoğun bir öfke ile dolu olan filozof kendini şöyle ifade eder: ‘’Uzun zamandır şuna inanıyorum. İnsanın dayanabileceği gürültü miktarı ile zihinsel yetileri arasında bir ters orantı vardır. Kapıyı eliyle yavaşça kapatmak yerine gürültüyle çarpan bir insan yalnızca terbiyesiz değil; aynı zamanda bayağı ve dar görüşlüdür.’’ Tüm bu kızgınlıklarına ve yalnızlığı bir hayat düstûru haline getirmesine rağmen büyük filozof başyapıtında insanlığa şu tutumu öğütler: Neminem laede; imo omnmes, quantum potes, juva. ‘’Kimseye acı verme, edebildiğin kadar herkese yardım et.’’
Yetmiş iki yaşında evinde tek başınayken hayata gözlerini yuman Schopenhauer,; arkasında, ömrünü adadığı ve dört bir yanı dehâ ile kaplı bir felsefe ve ahlâk telakkisi bırakır. İnsanlığın şahit olduğu en çalışkan, dürüst ve üslûba hükmeden filozoflardan biri olan Schopenhauer tıpkı öğütlediği gibi tüm mirasını Prusya askerlerinin dul eşlerine bırakarak ölümünden sonra da edebildiği kadar kişiye yardım etmiştir. Sözleyeceği sözü eğip bükmeden söyleyen, üslûbunda tuhaf bir efsun olan bir insandı o. çağdaş bir Schopenhauer olmak için çok çalışmak gerek.