Bazen kendime neden yazmak yerine hikaye okumaktan hoşlandığımı sorarım; öyle ya okuduğunuz zaman kimse size para vermez, ama yazarsanız ve de popüler olursanız maddi açıdan güzel günler sizi bekliyordur.
Okumak belki daha çekicidir tamam da hele okuduğum hikayeleri neden tekrar tekrar okurum, onu anlamış değilim, neden Sait Faik Abasıyanık ve Aziz Nesin kitaplarını tekrar tekrar okurum?
Galiba hikaye denen şey bende psikanaliz etkisi yapıyor, hem daha hesaplı! Başım çok ağrıdı yada o gün kendimi çok bunalmış hissettiysem, hemen aç bir Nesin öyküsü, mesela her açılışa davet edilen imam efendinin öyküsünü okuyunca sıkıntı yerini kahkahalara bırakıyor, ruhum tatlanıyor, sonra hayatın katı gerçekliğine sıkıcı günlerine devam ediyorum. Hepsi olmasa da kimi Nesin hikayelerini tekrar tekrar okurum.
Bu hikayeleri okuduğum zaman yetmişli yılların sıkıntılı günlerine geri dönerim, onun bu ülkenin yazarı olduğunu ve bu toprağın yarattığı insanların esaslı bir parçası olduğunu düşünüyorum. Aziz Nesin öleli yirmi yıl oldu, onun kırk yıl önce yazdığı öyküleri okuduktan sonra kendime “Ne değişti?” derim; galiba yalnızca öykü yazım tarzı ve kullanılan kelimeler değişti, yoksulluk, gericilik, devlet aynı kimi zaman komik bir durumla karşılaştığımız zaman tam Nesinlik bir öykü deriz açıkça söylemek gerekirse yoksulluk umutsuzluk ve insan haklarının yerinde sayması gibi durumlar (ki – bunu 13 yasında bir çocuğun derste tutuklanmasını örnek verebiliriz) günümüzde sıradan demode duygu sömürüsüne açık çok işlenmiş konular oldu.
Atatürk’ü savunanlar yobaz basma kalıp düşünen örümcek kafalı insanlar etiketine sahip olurken hilafeti geri getirmeye çalışmak yada en azından meyilli olmak ilericilik oldu! İşte bu durum da gerçekten Nesinlik bir durum!
Nesin hikayelerinde derin bir yoksulluğu bu yoksulluğun yalnızlaştırdığı, umutsuz insanların bu durumdan kurtulmak için -kimi zaman da kurtulmamak için-yaşadıklarını mizahi bir dille anlatır. Ezilenler ile birlikte ezen portrelerindeki sağlamcılık, kolaycılık da dikkat çekicidir. Eğer ezenin gücünü anlarsak yoksulluğu da anlarız.
Ülkemizde ezilenlerin hiçbir zaman örgütlenemeyeceği – ki ben bunun genlerimize aykırı olduğunu düşünüyorum- ve hakkını aramayacağını bilir bu nedenle gereksiz pembe tablo çizmez. Palavracılık dolandırıcılık konularında “usta” bir toplum olduğumuzu bütünü kavramak yerine günü kurtarmanın daha karlı olduğunu düşünen insanların büyük bir tesadüf sonucu tamamının bu coğrafyada toplandığını okurken şaşarsınız. İnsanlarımız iyi niyetli yoksul insanlar olsalar da altın kalpli değildir.
Kuş uçmaz kervan geçmez bir köyde aynı partinin üyelerinin menfaatleri uğruna toplandıkları partide bir anlık karanlıkta nasıl eski hesapları açıp birbirlerinin kafalarını yardıkları, aydınlanmaya yeniliğe ne kadar kapalı olduklarını etkileyici bir şekilde ve en güçlü silahı olan mizahı kullanarak adeta aklımıza kazır, işte bu tozlu karanlık tavan arasında bu nedenle onun kitaplarını tekrar okuyorum ve satır aralarında kimi hikayeler beni hayatımda uzun zaman önce tanıdığım birini hatırlattı.
Onu tanıdığımda eşim ikinci çocuğumuza hamileydi, staja yeni başlamış, yaka derinliği uzun olan beyaz önlüğü ile sık sık eğildiği için gözlerimin sık sık takıldığı ve galiba onun da bu çapkın bakışları fark ederek-ertesi gün önlüğünün yaka derinliğini azalttığı günlerdi.
Otuzlu yaşlara kadar bekarlık hayatı yaşayan mesleğinde başarılı olamayan, ekonomik sıkıntılarla boğuşurken hayatındaki en büyük hedefine ulaşamadan, hep küçümsediği bir şehirde çalışmaya başlayan ben aynı zamanda anti depresan ilaçlarla yeni tanışmıştım.
Ruhumun perişanlığını size sezdirmiş olmalıyım sanırım, Aslında bu geceyi size çok daha sonra yazmak istiyordum. Nasıl oldu bilmiyorum -telaş ve heyecandan herhalde- araya sıkıştı galiba. Fakat şurasını belirtmeliyim ki, sizi üzmek istemem ama, o gece bir bakıma hayatımı altüst etti. Eşimin uyku hazırlıkları yaptığı sırada tam on yıl sonra ondan mesaj almıştım. Burada onu suçlamak, hatta gücenmek aklımın köşesinden geçmez. Yalnız, o geceden sonra, günlük hayatıma girmiş birçok ayrıntıdan nefret etmeye başladım.
O günlerde evimi biraz düzenlemeye niyetliydim; bu yeni çıkan duvar boyalarından alıp, eve yeni renkler vermek istiyordum. Sahaflar çarşısından bir mobilya dergisi alarak sayfaları arasından bir iki oda seçmiş ve yatak odamın da iki duvarını boyamaya başlamıştım. Gerçi ilk kat boya biraz dalgalı olmuş ve biraz da tavana bulaşmıştı; fakat bu işlerden anlayan bir tanıdığım, ikinci katta bunların kapanacağını söylemiş ve bana biraz yardım ederek cesaretimi artırmıştı. Pencerenin altındaki küçük duvar parçasını tamamen bitirince benim de bu işe aklım yatmaya başlamıştı.
Bu arada tabii, sevgilimin -bu münasebetsiz kadına da sizin yanınızda sevgilim demeye utanıyorum- sanki evlilik hazırlıkları yapıyormuşum gibi düşündüğünü belli eden mesajları ortada dolaşıyordu. Bir bakıma onu güzel bulduğum anlar da oluyordu. Ne bileyim, biraz karanlıkta, belirli bir açıdan bakıldığı zaman ona belki güzel denebilirdi. Bazen de hiç öyle görünmüyordu. Sonra, belki hemşire olduğu için-plastik cerrahi ile hep şikayetçi olduğu burnunu küçültüp yeni yüz yaptırmak gibi sözler ederek beni çileden çıkarıyordu. Onun evinde geçirdiğim anları unutamadığımı da ifade edeyim. Sözün kısası, sabah kalktığım zaman yan boyalı duvarlar ve dolayısıyla sevgilim olacak şimdiden heyecanla bekliyorum.
Tam on yıl sonra onunla yeniden yazışmak -çok kısa da olsa-güzeldi her ne kadar onun cevap olarak yazdıkları olumsuz ifadeler olsa da geçmişe gittim
Onu peygamberler diyarında, tanıdım bu şehrin benim hayatımda ayrı bir yeri var, birincisi babamın köyü olan Cibin yada yeni ismi Saylakkaya köyü bu şehire bağlıdır, bununla birlikte ilk kez köye gitme sebebim taziye amaçlı olup meslekte onuncu seneyi tamamlarken nasip oldu.
Bu şehrin ikinci özelliği ise ilk defa şehirler arası otobüse binmeme vesile olmasıdır. Birinci körfez savaşının yeni başladığı yıl küçük ablamın evlenip bu şehirde yuva kurması nedeni ile sık sık yapılan ziyaretlerde büyük ablam ve annemin yanında refakatçi vazifesi ile elimize tutuşturulan kısıtlı miktarda para ile kasabanın çıkışındaki şehirler arası yola çıkar beklemeye başlardık, yaklaşık on dakika sonra bir ayağını kaybetmiş simsar yanımıza gelir, hep aynı soruyu sorardı, bu adamın sol ayağının yerinde kalın tahta çarpası ve bu tahta parçasının ucunda çivilenmiş bir lastik parçası vardı, topal simsar gelmezse hiç bir otobüs durmazdı, kasaba zaten Urfa’ya yakın olduğundan vereceğimiz para için düşük rampaya inmeyi gereksiz bulurdu şoförler ama topalı gören şoför hemen dururdu, bu nedenle bu topal simsar ile üniversitedeki İzmirli kız benim için eşdeğerdi, parasızlıktan otostop yaptığım talebelik yıllarımda sınıf arkadaşım olan bu güzel İzmirli kızı görenler hemen durur ben de arka koltuğa geçer “yancı” olurdum, bu nedenle topal simsar yanımıza geldiği zaman çok mutlu olurdum.
O yıllarda 302 denilen yeni neslin tanışma şansı bulamadığı araçlar vardı, bu araçlarda çoğu zaman boş olurdu, bu nedenle şoför dün geceden başlayıp ertesi gün öğleye doğru tamamladığı yolculuğun son kilometrelerinde yorgunluk atmak amacı ile yol kenarından roman vatandaşları alırdı ve yolculuk “canlı müzik” eşliğinde devam ederdi.
Bununla birlikte bu canlı müzik annemin hoşuna gitmediği için muavini yanına çağırdı, başında şiddetli bir ağrı olduğunu ve bu gürültüye son vermelerini söyledi böylece benim keman ve darbuka eşliğinde başlayan yolculuğum Suruç ilçesine varmadan bitti. Bu şehre öğretmen olarak atandığımda 302S’lerin yerini koltuklarının arkasında mini televizyonların olduğu otobüsler almıştı. Şanlıurfa’da bir kaç kişi ile edindiğim tecrübelerin neticesinde doğum yerim olan kasabayı söylemek yerine babamın köyünü kendi memleketim olarak belirtmenin daha yararlı olacağı kanaatine ulaştım.
Beni bu davranışa iten olay ise Urfaspor’un ligden düşmesine sebep olan takımın Antepspor olmasıydı, ikinci sebep de fıstığa Anteplilerin sahip çıkmasıydı. Halfetili olmak benim için de bir gizeme kapıları açmak demekti, kenarı sararmış babamdan yadigar o siyah beyaz fotoğraf da umutsuzca geleceğe bakan o kadının doğup büyüdüğü köye biraz daha yaklaşmıştım ama bu daha çok manevi bir yaklaşımdı. Babamın köyünde ilk dikkatimi çeken şey insanların İskandinav ülkelerinden gelen turistlere benzemeleriydi. Bu köye taziye amaçlı gelmiştik, babamın eski nişanlısının babası vefat etmişti. Taziye evinin avlusunda temmuz ayına rağmen serin bir gölge vardı. Babam çay servisi yapmak amacı ile erkekler tarafına kapı girişinden tepsiyi uzatan ve bu işi her defasında farklı bir kadının yapmasından bulduğu cesaret ile eski nişanlıyı görme umudu ile ;bir yandan Elham okurken bir yandan da çay servisine bakan hanımları incelemekteydi.
Ben babama eski nişanlıyı dünya gözü ile yeniden görme konusunda pek şans tanımadım çünkü o kadar genç kız varken babasını kaybetmiş yaşlı bir hanımın kalkıp avlunun diğer yanındaki erkekler tarafına bir tepsi dolusu çay servisi yapması kınanacak bir olaydır.
Kel Müslüm’ün evine misafir olduk. Allah rahmet etsin, Müslüm Bey, çok misafirperver bir insandı. Bizi, en iyi şekilde ağırladı. Taziye günü ile aynı anda yabancı bir ülkeden dönen bir hemşireleri de vardı, bu nedenle köyde ziyaretçi sayısı artmıştı. Bu arada köyde “Arogilin oğlu gelmiş” diye duyan herkes Müslüm Bey’in evine doldu. Kimisi Armen’e dokundu, kimisi isim verip, tanıyıp tanımadığını sordu. Cibinlilerin Müslüm Bey’in evine doluşup, Armen’e aşırı ilgi göstermelerinin hikayesi şu idi:
Armen’in ismini aldığı dedesi, Armenag Aroyan 1878’de Cibin’de doğup büyümüştü. Çok sayıda ağaçtan oluşan bir fıstıklıkları vardı, hali vakti yerinde insanlardı yani. Hovannese Aroyan pek ileri görüşlü birisi olduğu için, oğlu Armenağ’ı yürüme mesafesi birkaç gün olan Merkezi Türkiye Koleji’ne Antep’e göndermişti. Armenag, Merkezi Türkiye Kolejine giden ilk Cibinli olmanın yanı sıra, başarı ile Koleji bitirmiş, öğretmen olmuş, köyüne geri dönmüş ve öğretmenlik yapmıştı. Tarih bu sırada 1898’zi gösteriyordu. Daha sonraki yıllarda, Armenag çalışmak üzere Mısır’a gidecek, orada Antepli Gülen’la ile tanışıp evlenecekti. Bir çocukları olunca, bebeği anne ve babasına göstermek için Armenag tekrar yollara düşecek ve Cibin’e gelecekti. Ancak, burada büyük bir talihsizlik eseri tifüse yakalanacak ve Dr. Shepard’ın tavsiyesi üzerine ailesi ile geri Mısır’a dönmeyecek, Antep’te kalıp, ölümünü bekleyecekti.
Bütün bunlar 1915’den önce olmuştu. 1915’te tehcir kararı çıkınca Cibindeki Ermeni ailelerin büyük kısmı, kızlarını bilemedikleri, tehlikelerle dolu çöl yollarına götürmek istemediler. Müslüman komşularıyla araları gayet iyiydi.
Tahminen 30 kadar Ermeni kız çocuğu bu şekilde geride kaldı. Müslüman aileler tarafından büyütüldüler ve o ailelerin erkek çocukları ile de evlendirildiler. Böylece, çoğu Cibinlinin annesi Ermeni olmuş oldu. Tabii, bu kızların hepsi Müslüman oldular ve Türkçe isimler aldılar… Cibin’de Ermeni bir anneye sahip olmak, utanılacak bir şey olmadığı gibi, suçlanacak veya dedikodu konusu olacak bir olay da değil. Amerika’da görme şansım olmuştu ve baba Aroyan, gözleri, bakışları ve sarışınlığıyla tipik bir Cibinliydi.
Evet, Armen Aroyan’ın Cibin’le bağı işte buradan geliyordu. Cibinlilerin deyişiyle “Arogil’in oğlu” neredeyse yüz sene sonra onları ziyarete gelmişti, çok önemsiyorlardı. Müslüm Bey, bizi Arogil’in fıstıklığına götürdü önce… Armen pek heyecanlandı: “yahu burası tıpkı ailemin bana anlattığı gibi… Kırmızı ve verimli toprak. Üzerine otursanız, sonra üzerinizi silkeleseniz, toprak katiyen yapışmıyor. Hava güzel, gökyüzü masmavi, insanlar güzel… Ne şanslı insanım ben, Allah, burayı görmeyi kısmet etti bana…” dedi.Gerçekten güneş bütün gücü ile kırmızı verimli toprağı ısıtırken, babam ile mezar ziyaretlerine başladık.
Haziran ayında Cibinde ki diğer bir durağımız nüfus cüzdanına ismi “Hanım” olarak kaydedilen Satenik Kırkıryan’dı. Satenik o zaman, 88 yaşında, kınalı saçlı, son derece konuşkan, muhteşem bir hafızaya sahip çok şeker bir kadındı. Etrafındakiler Satenik’e “Arogil’in oğlu gelmiş, seni görmek istedi” dediler. Konuşmaya başlarken Armen’i yanına otutturdu. Onun kolunu tutarak, “senin deden benim öğretmenimdi. Bana neler neler öğretti” dedi. Ve, öğrendiği “Rab çobanımdır” cümlesi ile başlayan İncil’den bir parçayı okumaya başladı. Armen bu sırada gözyaşlarına boğulmuş, kendisini kontrol etmeden özgürce ağlıyordu. Bir süre konuşmaya devam ettiler.
Derken, Nuri Güngören’i getirdiler odaya. Nuri Bey, Annesi Ermeni olan bir başka Cibinliydi. Gözleri doğuştan kördü. Ermeni dayısının yardımıyla Beyrut’ta ve Halep’te körler okuluna gitmişti. Öğrendiği ama hiç konuşmadığı Ermeniceyi Armen’in köye gelişiyle yeniden hatırladı. Başladı Ermenice konuşmaya, eski şarkılar söylemeye… Armen’in kendinden geçip, “bir tane daha söyle, biraz daha konuş” diye rica ettiğini hatırlıyorum. Ben ise, hiç de farkında olmadığım bir kültürle, olaylarla karşılaşmış olmaktan son derece şaşkın, meraklı bakışlarla etrafı süzüp, mümkün mertebe olayları hafızama kaydetmeye çalışıyordum bir kaç yıl sonra tekrar Cibin’e gittik. Benim, Cibinli olarak tanıdığım insanların hepsi ölmüştü.
Bu duyguyu ilerde gene hissedecektim, huzurevinde müdür yardımcısı olarak çalıştığım zaman tanıdığım tüm yaşlıların beş yıl sonraki ziyaretimde hayatta hiçbirinin kalmaması gibi….
Arogil’in fıstıklığına yine gittik, giderken mezarlığın yakınından geçtik. Orada yatan ne çok insanı tanıyordum ben…
Hüzünlendim tabii… Ama, hayat böyle değil miydi? Satenik gözümün önüne geldi.
Yakup bize, babasının kendisine söylediği bir cümleyi nakletti: “şu ağaç var ya, işte onu Arogil’in babası eliyle dikmiş.
Ben çocukken çok büyük bir ağaçtı bu. Zamanla yaşlandı, dallarını rüzgar kırdı ve sadece bu gördüğünüz gövdesi kaldı. Hatıra diye, kesmek istemiyoruz ağacı…”