Belki de derdimize tek çare anlaşılmak, anlaşılma ihtiyacı. İki insan karşılıklı olarak konuşmaya başladığında, ‘acaba konuşma sırası bana ne zaman gelecek?’ diye düşünmekten karşıdaki insanı dinlemiyor bile.
İşte tam da burada başlıyor insanın anlaşılabilme isteği. ‘Mış gibi yapmayı ‘ tüm hayatımıza empoze ettiğimiz gibi maalesef iletişim kurarken de dinliyormuş gibi yapmayı sözde yakınlığı, samimiyetsiz samimiyeti âdeta kendimize görev edinmiş bulunuyoruz.
İnsan olarak ihtiyacımız olan şey, hiçbir şey anlatmadan da anlaşıldığımızı hissetmek. Hani bir söz vardır ya: Ben anlatsam belki herkes anlar, önemli olan hiçbir şey anlatmadan da anlaşılabilmek ve manevi olarak bunu hissedebilmek.
Peki insan neden anlaşılma ihtiyacı duyar? Yaşadıklarını yaşamadım ama ‘seni anlıyorum ‘ cümlesini duymak için mi ya da ortak hisleri taşıyor olmak yalnızlığın yükünü hafifletiyor mu?
Hayatın tüm yükünü omuzlarında hissetmek ve bunu yalnızca sen kendin yaşıyor düşüncesine kapılmak, belki de anlaşılma istediğinin en büyük sebebidir. Birilerinin de senin gibi hissetmesi ne yazık ki bencilce bir davranış olsa da rahatlatıyor içini.
İnsanın hayatı boyunca hiçbir zaman tamam olamaması da bazen hatta çoğu zaman kendi kendine yetememesinden kaynaklanır. En basitinden yaşadığı çeşitli duyguları kendi içinde yaşamak yerine birileriyle paylaşma isteği yine anlaşılma ihtiyacından gelir. Tüm bunların altında Aristoteles’in ” İnsan toplumsal bir varlıktır. ” sözü yatar.
Kısaca özetlemek gerekirse insanın toplumsal bir varlık olması hem tamam olma arzusu hem de anlaşılma isteğini de beraberinde getirir. Toplum olarak empati duygusu gelişen ve gerçek anlamda insan olarak birbirini anlayan insanlar olabilmek umuduyla. Sevgiyle.