Serin sabah esintisi bedeni ürpertiyordu. Bir bülbül sesi Fuzuli’nin divanını anımsatıyordu. Akıl bulanık ama hava açıktı. Nemli toprak kokusu insana huzur verirken tek bir düşünce… Sen! Oysaki etrafta hiçbir şey yoktu. Sesin, kokun hatta gölgenin bile izi yoktu. Ama görüntün gözümün önünden gitmiyordu.
Oysaki aklımı meşgul edecek ne çok şey vardı, bilemezsin. Gelecek kaygımdan, yarınki planlarıma kadar… Ama sen, kafamın içindeki ağır bir taş gibiydin. Hareket etmeden bana işkence ediyordun ve yanlış yerde olduğunu hissediyordum. Kovamıyordum aklımdan ama çekip gitmene de pek razı değildim. Sonra düşündüm. Ne ifade ediyordun benim için. Tadına bile bakmaya korktuğum saplantılı bir takıntı. Nereden mi bu düşünceye geldim? Çünkü hayallerimde seni her yere koyabiliyorum. En imkansız mekanlarda bile görüntün beliriyordu. Orada olmamalıydın. O şekilde bakmamalıydın. Yaklaştığında nefesini bile hissediyordum ama sesin yoktu.
Bu düşünceyi kimseye itiraf edemem. Sana da asla söyleyemem. Ayrıca kafamın içinde güzelsin. Hem ne demiş Fuzuli, “Gülü gül yapan bülbülün kanıdır.” Üzerine döktüğüm duygu silsilesiydi seni bana getiren. Mekanlar ise sürekli değişmekteydi.
Tatlı bir gün doğumunun sabahında düşündüklerime bak. Ama bu aşk değil, emin olun. Aşk ise iki kişiliktir. Bu sadece bir takıntı. Biliyorum ki, kendinizi sevmezseniz hiç kimse sizi sevemez. Takıntı ise, yanlış olduğunu bildiğimiz halde kafamızdan atamadığımızdır. Mantık ve yargılama ile uzaklaştırılamayan, arzu edilmeyen saplantı halindeki fikirlerdir. Hatta fazla düşünce yoluyla şizofreniye bile yol açabilir.
Bu sebeple asıl önemli olan kendi benliğinizdir. Aşkı tanıyın, yaşayın. Ama ruh sağlığınıza da dikkat edin. Sevgilerle…