Yazmak bir tutku işi. Bir yaşam tarzı… Şimdi sizinle aşka aşık, tutkulu ve ne istediğini bilen bir kızın hikayesini paylaşacağım.
Onun ruhu kafasının içindeki tanrılara tutsaktı. Ben ise onun ruhuna tapan bir serseri! Yaşamdan keyif almak bir tutku işidir bir bakımdan. Peki her insan tutkularının izinden gidecek kadar cesur mu?
Ben yirmilerinde bir genç kızım. Savuran ama en çok da savrulan… En çok gözlerinin içine nefretle baktığım babama ne kadar benzediğimi anladığım gün savruldum. Savruldum mu yoksa büyüdüm mü? Buna siz karar verin. Benim hayatım uçurumun kenarında ince bir ip üzerinde yürümek gibi… Gelgitlerle dolu! Tehlikeli ama bir o kadar da özgür… Ama şunu bilmenizi isterim ki eğer bugün hala o ip üzerinde isem bunun bir anlamı var. Gelin biraz özgürlüğe susamış ruhuma misafir olun. Belki keyifli olur, ne dersiniz?
Benim hikayem bilmediğim bir vagonda bilmediğim bir yere giderken başladı. Ya da yağan yağmurun altında kollarımı iki yana açıp gökyüzüne teslim olmamla bilmiyorum. Çok da önemli değil zaten. Ben bu esrarengiz şehirde yaşayan milyonlarca insandan sadece biriyim. Okyanusta bir su damlası… Her insan gibi anlattıklarım vardı anlatamadıklarım da.. Anladıklarım da vardı anlayamadıklarım da… Beyoğlu’nun kalbi İstiklal Caddesi’nde dolaşan bir sarhoşum belki.. Belki Fikirtepe’nin kenar mahallerinde yaşayan yaşlı ve yalnız bir kadınım. Belki de Cerrahpaşa’da kaybettiği sevgilisini arayan bir adamım… Bunların hepsi yalan da olabilir! Ama tek sahici olan şey duygular…
Gözlerinde dört mevsimi saklayan yirmilerinde genç bir kız… Bazen fırtınalı bazen durgun… Sadece tek bir şey sabit ; gökkuşağının renkleri… Ama o en çok kırmızıydı. İstanbul Kırmızısı… Çekici, cüretkar ve ne istediğini bilen! Kapkara iri gözleri, kaşlarına değen kirpikleri, dolgun dudakları ile güzeldi. Ve bunun farkındaydı da. İlginç olan ne biliyor musunuz? Hep duymak isterdi, duymak onun içinde bir taraflarının eksik olduğunu mu gösterirdi? Özgüvensiz miydi? Yok, hayır! Hatta yaşıtlarına göre kararlı, olgun ve ne istediğini bilen biriydi.
Onda çok tanıdık bir şeyler vardı hala çözemediğim. Sahiciydi, yaşamın içinden bir hüzün vardı bakışlarında o gün o meyhanede rakısını yudumlarken… Sanki bütün duyguları aynı anda taşıyordu gözbebeklerinde. Dakikalar saatler geçiyordu. Bi hayli içmiştik ikimizde. Onun ise suskunluğu ölüm gibiydi! Ölüm sessizliği… Bir şeyleri kaybetmiş gibi etrafına bakıyordu. Bulmak ister gibi… Kaybetmeye gerek var mıydı peki bulmak için? Bilmiyordum. Onun bu hali beni tedirgin etmişti.
O gece içimde susturamadığım bir sesle ayrıldım ondan. Sonrası? Boşluktu. Koskoca bir boşluk … Sanki koskoca bir yalandı. Onunla o meyhanede hiç oturmamış, rakımızı yudumlamamıştık sanki. Onu bir daha hiç görmedim. Ne o yağmurun altında sıkılmadan onu beklediğim durakta ne de o gitmeyi çok sevdiği nostaljik bulduğu kafede.. Ben onu İstanbul’un hiçbir sokağında hiçbir mekanında görmedim belki de. Belki de gördüğüm sadece bir kırmızıydı. İstanbul Kırmızısı…