27 Mayıs 1960 tarihinde yapılan ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinde gerçekleşmiş ilk askerî darbe. Ayrıca 27 Mayıs Askerî Müdahalesi ya da 27 Mayıs İhtilali olarak da anılır.
Sarayın bin yıllık duvarlarında tarihin düşleri dolaşıyor, tonozlu kemerlerinde anılar, nişli koridorlarında kederler kol geziyordu. Tarifsiz acılar görmüş parlak mermerler, sevinçlere tanık olmuş şaşaalı tablolar sessizce izliyordu. İhtişam içinde ki salonda omuzları çökmüş yalnız bir adam minik adımlarla eski halının üzerinde geziniyordu. Bir yere bakmıyordu, tarihe bakıyordu. Efsane günler geçirmiş atalarının gölgesinde omuzladığı ateşten gömleği sırtladığından beri tarihe bakıyordu.
Sarayda sessizlik vardı. Nadiren açılıp kapanan ağır ahşap kapıların ufak gıcırtılarını duymuyor, kulaklarını tarihin sayfalarından yükselen seslere veriyordu. Ağıtlar doluyordu boş salona, kahkahalar yükseliyordu kubbeli tavanlara ama o en çok mahzun sesleri dinliyordu. Kimi suçlu kimi suçsuz sayısız düşüncenin içinde bağıra çağıra susan sesler; öyle sessiz ve öyle gürültülüydü ki…
Dışarıda yalanın ve iftiranın sonu yoktu. Sokakların taşlarında dolaşan yalanlar insanların yüreklerinde soru işaretlerine dönüşüyordu. Yalancılar ise, kadehlerini kaldırıp kahkahalarını fezaya savururken o secde de, sığınacağı tek limana; Yüce Allah’a sığınıyordu. Nitekim Allah kimseyi yalnız bırakmazdı. Kalemin yazdığı elbette değişmez ama yazan Mevla ona sandığından çok daha farklı bir kader yazmıştı.
Yaşamın bir sürgün olduğunu bilen o adam gelecekte, gerçekten de sürgünleri yaşayacak ve sonra onu sürgüne reva görenler sözüm ona af dileyeceklerdi lakin iş işten çoktan geçmiş olacaktı. İşte o adam ufkun ötesinde zorda olan her bir Müslüman’ın derdiyle dertlenmiş, kendisine seslenen tarihin çağrısına ve kaderine boyun eğmişti.
Fırtına kopup doludizgin yaklaşıyordu. Fırtınanın yaklaştığını bir tek o gördü. Gördüğünü bir türlü anlatamadı ama onu dinlemeyenler başkalarının değirmenine su taşımayı maharet saydı. Yıkılan koca bir imparatorluk kimilerince iç edilmiş kimilerince mahvedilmişti. Olan elbette millete olmuştu.
Derken yıllar yılları kovaladı. Bir sabah yine bir sessiz gürültü koptu. Demir gıcırtıları eşliğinde toplananlar, sorgusuz sualsiz yataklarından kaldırılıp kara demirli kodeslerin ardına atıldı. Nedeni, nasılı bir yana ülkenin kaderi ve geleceği heba ediliyordu. Ülkede her şey yolunda mıydı, belki değildi ama konu zaten ülke değildi.
Köle olmamızı isteyenlerin bize verdiklerine razı gelmeyip kendi varlıklarımızı kullanmak için yola koyulmak idi bir sebep, bir diğeri okunan Ezan-ı Muhammediye’nin neden olduğu gibi, yani aslınca okunduğu idi. Bir başka sebep… Arayan için sebep çoktur ama gerçekten de asıl sebepler bu ikisidir. Meşru idi, meşru değil idi, olmuş idi, olmamış idi… sözler ve tartışmalar da çoktur. Çok olmalıydı çünkü asıl önemli olanın görülmemesi için insanlar meşgul edilmeliydi. Kimse sormadı; ABD yerine Rusya ile ticari bir ilişki kurmanın bu ülkeye zararı nedir? Din hürriyeti olan anayasamızda Ezanın aslınca okunmasının zararı nedir? Sorulmamalıydı.
Milletimin askeri 2300 yıldır dünyanın en iyisi, ordumuz her daim bu milletin baş tacı, ya ordunun ismini ve bu milletin onlara verdiği yetkiyi kendi çıkarları için kullananlar?
Bir adam, demir parmaklıklar ardında çökük omuzlarla Yassıada’dan denizi izliyor. Gelip geçen gemilere bakmıyor, o da tarihe bakıyor. Kendisine saygısızlık yapan görevliye kızmıyor, hep olduğu gibi gülümsüyor. Çünkü o Allah’a güveniyor. Kendinden önce Allah’a güvenenler belki bu dünyada çeşitli cefalar çektiler, sürgünler görüp, zehirlendi veya darağaçlarında can verdiler. Lakin ne Hak ne halk unutmadı. Bu sebeple o da tarihe bakıyor.
Yakasına yapışıp özgürlük istiyoruz diyen genç adama gülümseyerek, “Başbakanın yakasına yapışıyorsun bundan evla özgürlük mü olur?” dediğini anımsıyor. Yine başka sesler doluyor kulaklarına. II. Dünya Savaş’ından çıkmış dünyada imkânların kıt olduğu ve milletin ihtiyaçlarının giderilmesi için gece gündüz çalışılması gerektiğini bilen adam, Cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan kalkınma planları sayesinde biraz nefes almış olan halkı yeniden girilen darboğazdan çıkarmak için geceleri fabrikalara ziyarete gittiğini anımsıyor. Helen hayatta mıdır bilemem ama eğer yaşıyorsa (Allah uzun ömürler versin.) şimdilerde 90’lı yaşları görmüş ve o günlerde taksicilik yapan adamdan dinlediğim bir anıyı sizlerle paylaşmak istiyorum. Hatırladığım kadarıyla aynen aktaracağım, eksiği benim kusurum olsun.
Görevde olduğum bir akşam, taksime bir adam bindi. Serin havada paltoluydu, başında şapkasıyla kim olduğu pek belli değildi. “Sür evladım,” dedi ve fabrikaların olduğu bölgeyi söyledi. Bir fabrikanın önünde durdurdu, “Beni bekle evladım, birazdan döneceğim!” dedi ve gitti. Belki yarım saat belki kırk beş dakika sonra çıktığında yanında fabrikanın görevlileri de vardı.
Birisi önden gelip kapıyı açtı, “Buyur Başbakanım!” dediğinde yerimden fırladım. Affedin, tanıyamadım gibi kelimeleri ağzımda geveledim ama adam yalnızca gülümsedi ve “Olsun, sen sür daha ziyaret edeceğimiz yerler var.” Diyerek konuyu geçiştirdi. O gece kaç fabrika gezdik hatırlamıyorum ama sabah ezanını bir cami avlusunda birlikte dinledik. Ben o adamı nasıl özlemem?
Gülümseyen yüzle denize doğru ama tarihe bakıyordu. Anıların seslerinde nice çile ve zorluk var ama o kimseye küsmüyor. Darağacına giderken abdest aldığı çeşmeden akan suya şükrediyor. Geride bıraktığı birkaç satıra yine milletini düşünüyor.
Kıymetli okurlarım, tarihe bakanlar tarihte yalnızca mazinin seslerini duymazlar. Onlar aslında geleceğin seslerini hayal ederek tarihe bakarlar. Çünkü tarih ders alınması icap eden en önemli yerdir. Düne bakmayı bilmez isek yarına bakamayız. Bu nedenle tarihe bakmak ve tarihi okumak zorundayız. Bu millet için her türlü cefayı ve sürgünü kabullenenlere ve bu millet için bağrını düşmana sıradağlar gibi siper edenlere selam olsun diyor ve hepinize esenlikler diliyorum.