Hayat, life, la vie. Her dilde karşılığı olan, varoluşu ve bizi niteleyen belki de en temel kelime. Hayat en değerli hediyedir. Gelin onu biraz daha yakından inceleyelim.
Hepimiz doğar, büyür, yaşlanır ve ölürüz. Bu kadar sade ve basit bir şekilde ele alınca hayat sanki düz bir olgu, her gün görmeye alıştığımız sıradan bir obje gibi geliyor kulağa, aslında hem öyle hem de değil. Akışını kontrol edemediğimiz, sahip olmak isteyip istemediğimizin sorulmadığı, doğduğumuz anda bize verilen bir olgu. Ama tamamıyla edilgen olmamızı gerektiren bir olgu da değil elbette, etken olmak ( en azından bir nebzeye kadar ) bizim elimizde -her ne kadar hayatımızı istediğimiz yönün tam tersine sürükleyecek onlarca etken bulunsa da -. Belki de hayatın sefası buradadır, ne dersiniz ?
Eğer her şey istediğimiz gibi gitse, pozitif olsa ve hiçbir zorluk çıkmasa muhtemelen bir süre sonra hayattan bıkardık. Tabi şimdi hiç bıkmadığımızı ima etmiyorum, muhakkak hepimizin bunaldığı ve canına tak ettiği anlar oluyor. Ancak başlıkta da belirttiğim gibi hayat en değerli hediyedir. Bunun bir genelleme gibi göründüğünün farkındayım ancak bu bir gerçek. Size neden bu şekilde düşündüğümü açıklamak istiyorum.
Herkesin hayatı farklı. Onlarca imkana sahip olarak doğan ve hayatında neredeyse hiç zorluk yaşamamış insanlar var. Aynı zamanda yokluk içinde büyüyen ve hayatın acımasız döngüsüne hapsolan insanlar da. Ancak bu imkanların oluşturduğu tek olgu bu durum veya başka bir deyişle ‘well-being’ farklılığı değil.
İmkanı olan ve olmayan insanların hayatı, yolları ve içinde bulundukları dinamikler farklı. Büyük şehirde plazada iş hayatı yaşayan bir insan ile ıssız bir dağ köyünde gün batımını izleyerek koyunlarını takip eden bir çobanın dünya görüşleri, sahip oldukları imkanlar, bulundukları mental, sosyal ve psikolojik durumlar muhtemelen büyük oranda farklıdır çünkü aynı dünya üzerinde aynı zamanda aynı göğe bakmalarına rağmen hayatın onlara sunduğu patikalar ayrıdır ama değişmeyen bir gerçek vardır.
Aynı güneşe baktıkları zaman, bir ağacın altına uzanıp yaprakların arasından sızan güneş ışığını (‘komorebi’ kelimesini unutmayalım, tam da bu durumu yansıtan bir kelime) izledikleri zaman ve nefes alıp uçsuz bucaksız göğe baktıklarında fark edecekleri onlarca mavi tonunun uyandıracağı yaşam hazzı ikisi için de ulaşılabilir olacaktır.
Hayat insanı her türlü duruma koyabilir ancak sadece parlayan güneşe ve masmavi göğe bakmak bile basitçe düşündüğümüz zaman bize en temelde yaşamanın, hissetmenin ve canlı olmanın nasıl bir olgu olduğunu hatırlatacaktır.
Hayat ne kadar değerli olsa da zaman zaman hepimizin ondan nefret ettiği dönemler olabiliyor. Bu tarz zamanlarda kaybolabiliyoruz. Kaybolduğumuz zaman aslında anlamı da kaybediyoruz . Felsefi olarak hayatın anlamını kastetmiyorum, bu anlam herkes için farklı bir kavram, obje veya metafor olabilir ancak ortak olduğunu düşündüğüm bir nokta var. Böyle bir duruma düştüğümüz zaman “içsel alevimiz” ile olan bağımızın zayıfladığı kanaatindeyim.
İçsel alev benim için şu anlama geliyor: Yaşama azmi, devam etme ve asla pes etmeme arzusu. Bu koruması zor bir arzu olabilir, ancak içimizde olan ve devamlılığı gerekli temel bir güç. Bu ateşi harlayan sebepler hepimizin için farklı olabilir; iş, aile, dostlar, kariyer.. Ancak hepsinin ortak noktası bizi bu hayata bağlayan şeyler olmaları.
Bu yazımda genel olarak düşüncelerimden bahsettim, yazdıklarım bir yere varmıyor olabilir ancak tek isteğim sizi hayat konusunda düşünmeye sevk etmekti. Sizden tek bir ricam var, lütfen bir dahaki dışarı çıkışınızda bir an durun ve masmavi gökyüzüne bakın, güneş ışığının sıcaklığını hissedin, sizi sarmasına izin verin, nefes alın ve bunların sizi iyi hissettirmesine izin verin. Hayatta olduğunuz ve bunları hissedebildiğiniz için mutlu olmaya çalışın. Ve unutmayın, bu mutluluklar bedava, sınırsız ve ulaşması çok kolay.