Kıymetli okurlarım, bu hafta sizlere dil, din ve tarih arasındaki ilişkileri kendi perspektifinde değerlendirmek istiyorum.
Zor zamanlardan geçen dünyamız her geçen gün biraz daha karanlığa doğru gitmektedir. Yıllar sonra yaşayanların bugünler için, “Keşke olmasaydı,” diye başlayan cümleler kurması muhtemeldir. Pişmanlıklarımızın insanlığın kaderini etkileyecek boyutlara ulaşmaması duasıyla bu hafta sizlere dil, din ve tarih arasındaki ilişkileri kendi perspektifinde değerlendirmek istiyorum.
Toplumları ayakta tutan temel unsurlar, halk olan toplumları milletleştirir ve birlikte yaşamaya olanak sağlar. Dil, kültür, ortak tarih, toplumun kabul gördüğü davranış ve tavırlar, örf ve ananeler bu unsurlardandır. Dil, bu unsurların en önemlisidir.
Aynı kelimelerin aynı anlamla konuşulması, konuşulan cümlelerin dinleyen kişi tarafından aynı manada anlaşılması toplumun birbirini anlayıp Yunus Emre’nin dediği gibi “Tanış olması,” toplumun ayakta kalmasını sağlayan sütunları destekler. Dil olmadan ortak tarih, dil olmadan kültür, dil olmadan örf ve anane olmaz. Bu duruma en güzel örneği yine Yunus Emre’den verebiliriz.
“Gel gör beni aşk neyledi.” Bu narin cümle yüzlerce yıl evvel söylendi. Bu cümleyi okuyan herkes, cümlenin ne anlattığını o gün ki gibi anlayabiliyor. İşte dilin nemli özelliği budur. Dil, geçmişi bize taşırken bizi de geleceğe taşıyor. Böylece dil ile birleşince yaşama dair tüm değerler birbiriyle bütünleşir ve iki evi, iki köyü, iki kasabayı, iki şehri birbirine bağlar. Bağlar arttıkça toplum, millet olur.
Din, toplumu ayakta tutan unsurlardan sayılmaz. Çünkü din tüm insanlığa indirilmiştir. Din, tüm insanlığın yaşam şeklini belirleyen, bir bütün olarak ortak değerlere yönlendiren ve bireyi hem dünyada hem ahrette refaha, felaha kavuşturan esasları, emir ve yasakları içerir. Allah’ın kimseye, kimsenin ibadetine ihtiyacı yoktur. Lakin insanların Yaratıcıya, birbirine ve belli kurallara ihtiyacı vardır. Çünkü kurallar; emir ve yasaklar olmadan dünya yaşanılmaz bir yer olurdu.
Dil olmadan millet olmayacağı gibi tarih olmadan da millet olmaz. Lakin tarihin din ile farklı bir bağlantısı var. Dilden ayrı olarak milletlerin birbirine olan ilişkisinde din kadar tarihin de çok önemi vardır.
İlk günden bugüne değil geçen her gün tarihin konusudur, çünkü tarih geçmiştir. Din ise, geçmişten geleceğe uzanan tüm zamanları kapsayan çizgidir. Milletlerin tarihi perspektifine bakıldığında dinin bir başka etkisi de şöyledir; aynı dine mensup milletlerin anlaşmaları ve ortak hareketleri kolay olur. Farklı dinlere mensup milletler ise mecburiyet dışında anlaşmaları kolay değildir. Bugüne kadar yaşanan savaşların ve ayrılıkların büyük kısmında dinin doğrudan veya dolaylı etkisi vardır. Bu nedenle dil kadar dinin, din kadar tarihin toplumlar üzerinde derin etkisi mevcuttur.
Yaşananlara ve olaylara bakınca toplum olarak dilimize, tarihimize ve dinimize sahip çıkmamız, deyim yerindeyse dört elle sarılmamız gerektiği ortadadır. Neden sahip çıkmamız gerektiğini hep birlikte anlamak durumundayız.
İslâm dini her ne kadar yaşayan tüm insanlığa indirildiyse de inanmayanlar dünyanın yarısından çok daha fazladır. Dinimizin yayılmaya başladığı ilk süreçten sonra Müslümanlara karşı girişilen birçok hareketlerin ana nedeni dindir. Haçlı Seferleri ne kadar dini sebepleri içinde barındırıyorsa, Niğbolu da, Çanakkale Savaşları da dinsel sebepleri barındırıyor.
Bu cümlelerime karşın şimdi vereceğim örnek maalesef olayı tam olarak resmetmektedir. Batının bugün Suriye’de yaşanan savaşın mağdurlarına yaklaşımıyla Ukrayna’da yaşanan savaşın mağdurlarına yaklaşımları dinin etkisinin ne denli önemli olduğunu orta koymaya yetmektedir.
Oysa mağdur olan insandır. Masum insanın Müslüman, Yahudi, Hıristiyan veya ateist olmasının ne önemi var? Henüz doğmuş bir çocuğun, yaşlı bir kadının, hasta bir adamın, evini ailesini, varlığını geride bırakıp bilinmezlere giden bir kadının hangi dine mensup olduğunun ne önemi var?
Kıymetli okurlarım savaş, zorunluluk dışında herkes için kötüdür. Vatan savunması nasıl ki hak ve helal ise, dine karşı başlatılan bir savaşa da taraf olmak helaldir. Cihat, kavramı zaten bu sebepler için vardır. Zulmü bitirmek, insanların insan olarak sahip oldukları haklarını korumak dini olarak da biz Müslümanlara verilmiş ödevdir. Lakin aynı anlayışı ve bakış açısını batıdan beklemek beyhudedir.
Bu nedenle barıştan yana olmak, zulmü karşı durmak biz Türk milletinin karakteristik özelliğidir. Yüce Allah’ın bize verdiği büyük bir lütuftur. Rabbim, bu uğurda can vermiş tüm şehitlerimize rahmet eylesin diyerek en kısa zamanda dünyaya da barış ve huzurun gelmesi duasıyla hepinize esenlikler diliyorum.