Cevap arıyorum!… Gerçekten sorun olarak gördüğümüz şeyler aradan zaman geçse de sorun teşkil ediyor mudur? Yoksa ‘alışmak’ denen ilaç her zaman işe yarıyor mu?
Bence bu durum bağışıklık sistemimizle benzerlik gösteriyor. Her imtihan ilk gelişiyle bir yük olur. Aniden yakaladığı bedenimizde amansız bir hastalık gibi günden güne bizi yiyip bitirir. Ancak size biçilmiş bir ömür varsa ayağa kalkışınız muhakkak olacaktır.
Belki çok sağlam belki yitirilmişliklerle… Sonuç olarak bir kalkış mevcut. Peki ya sonrası? Üzerine aynı hormonlara ve sinapslara denk gelen imtihanlar yeniden yüklenince önceki fizyolojik tepkilere ön hazırlık olarak psikolojik bağışıklık sistemi devreye girer. Psikolojik bağışıklık… “Ne de olsa daha kötülerini geçirmişim ben, bu mu bizi devirecek?” diyerek siper alırız. Ne yönden, ne şiddette gelirse gelsin yağan tüm ateşlere rağmen en az hasarla atlatma özgüveninde oluruz. Ya da olur muyuz?
Biz insanlar “hüzün hastalığı” denen bir illeti, bizi diri tutsun diye mi bilmem ama, üzerimize yapıştırmışız. Melankoliye olan kolikliğimiz ücretli müzik uygulamalarındaki oynatma listelerine verdiğimiz isimlerle aşikâr. Bu ülke olarak mı sorunumuz yoksa dünya genelinde de mi hüznün tatlı sızılarına bir açlık var? Böyle anlatınca sanki olumsuz bir şeylerden bahsediyormuşum gibi gelmiş olabilir ama size şu sırrı vereyim; gerçek mutluluk psikolojik bir rahatsızlıktır. Evet, yanlış okumadınız.
Geçenlerde Kemal Sayar’ın “Hüzün Hastalığı” kitabını okumuştum. Kendisi iyi bir psikiyatrist, bilirsiniz. Kitabı da bu niteliğinin hakkını verdirtiyor. Gerçek manada ruh dinlendirici, içlere su serpici tatta. Geri dönüp hüzne kapıldığımda “Tam anlamıyla bir mutluluk imkânsızdır. Çünkü bize dünyaya gelmiş olmanın verdiği bir yük var. Her şey fani, gelip geçici… Hüzün ise bize bunu hatırlatan görkemli misafir. O misafiri layığıyla ağırlamalı, gönlünü hoş tutmalıyız. Çünkü biz hüzünle ne kadar barışık olursak ‘mutluluk’ diye hissettiklerimiz o kadar sade ve değerli kalır.” diyorum kitaptan kalan kırıntılarla.
Bundandır ki, demek istediğim; hüznü sevmeyi bilin, her hüznü bir öncekiyle harmanlayıp bir çıkar yolu bulursunuz. Her hüznün bir kırılma noktası vardır. Siz önceki hüznünüzün kırılma noktalarını içinde bulunduğunuz hüzün için de deneyin. Sinapslarınız uyanacak, üzerinize güneşin doğmaya başladığı o günlere götürecek sizi. Ancak o sinapsları uyandırmak öyle kolay değil. Burada mühim bir vazifeniz var: Yazmak…
Derin duygularınızı, yorgun kalbinizi, hüzün sancılarınızı not aldığınız bir defteriniz olsun. Adım adım o hüzne dair yaşadıklarınızı ve o yaraya kabuk bağlatan her ilacı yazın. Çünkü satırlarınız duygularınızı diri tutar. Geri dönüp okuduğunuzda hem o acıları hem de çaresinde saklı olan çiçekleri görebilecek, aynı şiddette olmasa da kalbiniz yeniden o frekansta titreyecek. Çözümün belki dinlediğiniz bir müzikte, belki yudumladığınız sıcak çayınızda, belki başınızı omzuna koyduğunuz bir dostta olduğunu bulacaksınız. Aradığınız cevaplar size soruları unutturacak. Yaşadığınız her hüznün kıymetini bilin. Çünkü mazi müstakbele meşaledir. Ve Tarık Tufan’ın şu sözünü mıh gibi yüreğinizde bir köşeye tutturun:
“Yalnız hüznü vardır, kalbi olanın.”