Kenar mahallenin birinden size “selam” var… Gün doğarken doğurdu beni annem. Sırça köşkün avlusunda peydahlanan bir yetim gibiydim.
İlk sütümü süt annem Hayriye’nin memelerinden emmişim. Anamın memeleri sütünü helal etmemiş der dururum bu yüzden… Nurten ninenin diktiği pak donları kirletmişim. Sıcak leğende tekrar paklamış anam dikişleri sökülene dek. Aynı leğende yıkarmış beni nasırlı eller, kirli kazanda kaynayan ılık suyla. Sabun kokmam bundan gelir diye düşünürüm bu yüzden…
Babamın ismi Feyzullah’tı. Tren garının sokağında bulunan ve pencereleri göz geçirmeyen mor ışıktan tabelalı mekanda sabahı karşılardı. Sabahları kaçta eve gelirdi bilmezdik. Mor ışıklı mekana bir süre sonra gidememeye başladı… Rüstem amca, babamın bir haramzade olduğunu söylerdi. Diğer kadınların memelerine ilgi duyduğunu ve buna benzer biz küçük delikanlılarda istek uyandıran cümleleri diline dolar dururdu. O vakitler pek utanırdım babamdan… Anamın neden süt veremediğini de bu duruma bağlamıştım böylelikle. Hacı Rüstem amca, bu alaycı gülüşlerinin ardından aynı markanın krakerini elime tutuşturuverince geçiverirdi tüm alınganlıklarım…
Babam Feyzullah, ben ergenliğime “merhaba” dediğim senelerde hayatını kaybetti. Kenar mahallenin bir köşesinde cesedinin üzerine örtüldü gazetelerin manşetleri. Mor ışıktan tabelalı mekan ise, kepenk indirdi bu olaydan çeyrek sene sonra…
Anam, beni yamalı çarşaflar içerisinde yalnız bırakmıştı bir süre sonra… Kendisinden haber alamadım. Bakkal Hacı Rüstem ise, anamın beni terk etmesinden üç ay önce ölmüştü. Anama kötü sözler söylemesine fırsat kalmadığı için onun ölmesine sevinmiştim…
İlk ergenlik aşkım yan mahalleden Safiye adındaki bir kıza nasip oldu. O her gün okula gider, ben ise ana caddenin ışıklarında araba camlarını silerdim. Evimizin kirasını ödeyecek kadar para kazanamadığım için bizim mahallenin kahvehanesinde gecemi gündüze bağlardım. Kahveci Mehmet Emin amca beni bir ev sahibi yapmıştı adeta… Kahvehanede geceleri kimsecikler kalmaz, ıssızlığım en büyük yoldaşım olurdu. O sıralarda Safiye aklıma daha derin vururdu. Sonrasında ise, yüreğim karşılardı bu vurgunu…
Uzun boyluydu… Çok üşüdüğü için kalın giyinirdi. Kızın üzerindeki kıyafetlerin ünlü markalara ait olduğunu söylerdi en yakın arkadaşım Beyto… Babası pekmezciydi. Yani bizim oralarda pekmezci derlerdi kendisine. Ne iş yaptığını pek de iyi anlayamazdım. Ya da düşünmek istemezdim… Nam salmıştı kenar mahallelere lakabı. Anası ise kunduracı Kemal’in yanında tezgahtardı. Safiye’nin okul masrafları iki gelir birleşince çıkabiliyordu. Fikirtepe’deki en fakir muhterem ise bendim. Safiye, soylu erkeklerle karşılaşabiliyordu. Yarenlik ettiği arkadaşlarını seçebiliyordu. Benim ise, en yakın dostum Kürt Beytoydu. Yani Beytullah…
Bir süre sonra;
Safiye’ye bir şiir yazıp aşkıma karşılık versin istedim… Şiir mısralarını döşediğim kağıdı Kahveci Mehmet Emin amca verdi. Bir de sırtımı sıvazlayarak bir kahve ikram etti. Sigaram ise Kürt Beyto’dandı… Ancak, yazamadım… Boğazımda tükürüklerim düğümlenmişti. Dudaklarının hangi dudaklarda gezindiğini bilemediğim o kadına satırlarımı helal edememiştim. Safiye, pekmezci babası ve tezgahtar anası bile bana öylesine yüksekten bakıyorlardı ki… Yazdım, yazdım ve yazdım… En sonunda yırtıp attım kağıtları…
Beyto ile beraber devam ettik dostluğumuza… Beyto, hırsızlık sebebiyle mahpushanede kendisine yer ayırttı bir süre sonra. Safiye ise, pekmezci babasının rızasıyla yarenlik ettiği arkadaşının tanıştırdığı Muzaffer ile evlendi. İlk çocuklarını hemen peydahlamışlar duyduğuma göre…
Şimdi, size bu satırları bir çırpıda yazıyorum.
Mehmet Emin amcanın emanet ettiği iskemlenin üzerinden selam ederim…