“Bu yaptığınızı hiç etik bulmuyorum” gibi bir cümleyi günlük hayatta ya en az bir kere duymuş ya da söylemişsinizdir, eminim. Peki nedir bu “etik”?
Etik, aslında bugünlerde çok yanlış kullandığımız bir kavram. Bunda pek tabii modernitenin de etkisi var. Etik kelimesinin kökeni Antik Yunan’a dayanıyor. Antik Yunan’da etik, “ethos“tan türeyen ve esasında “karakter” anlamına gelen, bu yönüyle de “iyi yaşam”a işaret eden bir kelimeydi. Fakat bugün etik denen şey, insanlara normlar ve yükümlülükler dayatan bir standartlaşmış prosedürlere dönüşmüş durumdadır. Etik kurullar, meslek etikleri, etik davranışlar vs. büyük çoğunluğu temel bir dayanak noktasına yaslanan ve bu dayanak noktasından türeyen normlara bağlı bir yaşam stratejisi oluşturan bir reçetedir. Ancak şunu da sormak gerekiyor: Kime göre etik, neye göre etik?
Moderniteyle ilgili kısmına da şu yorumu yapmak gerekiyor sanırım: Modern yaşam, farklılıkların bir arada olduğu ve kişilerin kaderini tayin etme özgürlüğünü eline aldığı bir döneme işaret ediyor. Hal böyle olunca modern yaşamda bireyler özgürce hareket etme hakkı elde ediyor, fakat özgürlük diğerlerinin hak ve özgürlüklerinin kısıtlanmamasını da gerektirdiğinde, bu sefer işin içine “yasa” dahil ediliyor.
Yasa, sözlü olsun olmasın, kişilerin kararlarının gerisindeki hareket noktasıdır. Eylemlerin hesaplanabilirliğinde de belirleyicidir. Yasaya göre eylemek, çoğunluğun mutluluğu ve barış içinde bir yaşam için elzemdir modern düşünürlere göre. Fakat, bireysellikten söz edildiğinde de bütün bu yasa’lar insanın özgürlüklerini kısıtlamaya başlamıştır. Bu noktada etik de davranışlarımızın ahlaki boyutunu ilgilendirmesi açısından tartışmaya dahil olur. Ahlakilik özerk bir sorumlulukla bir arada düşünülmelidir.
Modern anlamıyla, Etik ise dışsal bir motivasyondan beslenmektedir. Dışsal motivasyon, ne yapılması gerektiğini söyleyen ya da yapılması gerekenin açıkça ortada olduğu durumlara karşılık gelir, fakat ahlakilik tam anlamıyla bir “bilinmezlik” halidir. Ahlaki benliğin doğası öngörülemezdir. İşte modern yaşam da insanın ahlakiliğinin belirlenemezliğinin önüne geçmek için onun bir kalıba sokulmasını ve eğitilmesi gerektiğini önvarsayar. Bu eğitim herkesin bir arada barış içerisinde yaşaması için gereklidir. Fakat teorik olarak yapılan bu hesaplar pratik yaşamda gerçek bir barış sunmamaya başlar. Çünkü ne kadar öngörülebilir hale getirilmek istense de insan ele avuca sığmaz bir varlıktır. İnsan, istemesinin, niyetlerinin, hazlarının önceden belirlenemediği ve eylemlerinin sonuçları da tahmin edilemez bir varlıktır. Hal böyle olunca da ne kadar düzenlenmek istenirse istensin belirsizlik açığa çıkar.
Etik, bu belirsizliklerin endişesi ve korkusunu yok etmek için belirli prosedürler sunar. “Böyle davranırsan sorun yaşamazsın” gibi cümleleri hep duyarız. Bir iş yapılıyorsa o işin belirli kuralları vardır. Ahlaki açıdan da bu böyledir. Örneğin “koşul ne olursa olsun yalan söylemeyeceksin” ifadesi etik bir normdur.
Fakat yalan söylemek genel anlamıyla ahlaki görünmese de bazı durumlarda herkesin gerçekleştirdiği bir eylemdir. Çünkü yalan söylemek ahlaken yanlış olsa da çoğu zaman kurtarıcıdır. Bu örnekle elbette “yalan söylemek iyidir” gibi bir sonuca çıkmayacağım. Fakat yalan söylemenin bazı durumlarda hayati bir öneme sahip olduğu da kaçınılmaz bir gerçektir. Bu, aslında etik normların ya da ahlaki yasaların geçerliklerinin sorgulanması gerektiği anlamına gelir. Çünkü yaşam rastlantılarla ve beklenmedik sürprizlerle doludur. “xxx durumlarda daima şöyle davranırım” demek gerçekçi değildir. İnsanın davranışını belirleyen şey “o an”ın içindeki duygu durumları ve niyetleriyle birlikte, inşa ettiği kişisel karakteridir.
Burada içsel yargı olarak “vicdan“ın da çok büyük etkisi var tabii ki. Fakat, her durumda genel-geçer ve belirleyici yasalardan söz etmek, insanı kalıplara sokmaya çalışmak demektir. İnsan doğası iyi veya kötü değildir, insanın doğası söylemi, özcü bir söylem olmakla birlikte, insan olumsal bir varlıktır. Tıpkı evren ve sosyal yaşam gibi. Bu yönüyle bakıldığında karar verme mekanizması haline getirilmeye çalışılan etik de anlamını yitirmeye başlamıştır. Etik ilkeler yoluyla insanlara sunulan “yasa”lar işleri olduğundan daha karmaşık bir hale getirebilirler. Mesela yalan söylememişsinizdir, ancak doğru söylenen şeyin ağırlığı birçok başka soruna sebep olmuş olabilir. Geldik mi şimdi tekrar “kime göre etik, neye göre etik?” problemine!
Burada, vurgulamak istediğim şey: Koşullar neyi gerektiriyorsa öyle karar vermek ve bu kararın arka planında bir dayanak noktası olacaksa, bu noktanın kişisel vicdanla ve sorumluluk duygusuyla örülmüş bir karakter inşası olması gerektiğidir. Etik kelimesi de köken itibariyle, daha önce ifade ettiğim gibi, bu “karakter”e vurgu yapar. İnsanlar karakterlerini ahlaki sorumluluklarına ve vicdanlarına hitap edecek şekilde kurduklarında ve yaşamın olumsallığıyla yüzleştiklerinde, ahlaki karar anlarında çelişkiye düşmek ya da vicdan azabı çekmek yerine, koşulları değerlendirerek ve eleştirel bir bakış açısıyla duruma yönelerek eyleme geçebilirler. Bu insana “alternatiflerin var olduğunu” söylemek gibidir. Karar ve eylem anlarında, başka bir çözüm ya da seçenek yokmuş gibi, “öyle olmak zorunda olduğu için” davranmaktansa, kendi alternatifini yaratabilmeyi önermektir.
Teorik hesaplar ve planlar önemlidir, fakat pratikle uygunluğu çok daha önemlidir. Teorik hesaplarla etik normlar yaratmak ve insanlara bu normları yükümlülük olarak dayatmak yerine, varoluşu estetik bir sanat eserine dönüştürmek de etik bir “iyi yaşam” olarak tercih edilebilir.