Sevgili okurlarım. Bir önceki yazımda “Uyanış-1” isimli yazı dizim hakkında bilgi vermiştim, şimdi Uyanış-2 yazı dizimden bahsedeceğim.
ENDÜLÜSTEN ACI BİR MESAJ
Mute Seferi’ne gidecek olan üç bin sahabe hazırdı. İçlerinde Kureyşin ünlü komutanı, henüz birkaç yıl önce Müslüman olan Halid Bin Velid’de vardı. O, sefere bir nefer olarak katılmıştı. Allah Resulü mücahitlere seslendi.
“Zeyd bin Harise’yi kumandan tayin ettim. Zeyd bin Harise şehit olursa, yerine Cafer bin Ebu Talib geçsin. Cafer bin Ebu Talib şehit olursa, yerine Abdullah bin Revaha geçsin. Abdullah bin Revaha’da şehit olursa, Müslümanlar aralarından münasip birini seçip onu kendilerine kumandan yapsın” İslâm ordusu Medine’den yola çıktı. Mute yakınlarına gelindiğinde Bizans İmparator’u Heraklius’un yüz bin kişilik ordusu ile karşılaştı. Kimse korkmadı, cesaretsizlik göstermedi ve geri dönmeyi düşünmedi. Mute’de bir meydan savaşı oldu. Kumandan tayin edilen sahabelerin hepsi sırayla şahadete erdi. Müslümanlar bozguna uğramak üzereyken kumandanlık için Halid Bin Velid sancağı teslim aldı.
Halid bin Velid, o an yapılacak en iyi şeyin geri çekilmek olduğuna kanaat getirdi ve orduyu geri çekti. Bizans ordusunun yakınına karargâh kurdurdu. Gece çöktüğünde uyguladığı; fazla ateş yakılması, sağ ve sol kanatların yerlerinin değiştirilmesi ve sayıca azlığa rağmen kaçılmaması Bizans ordusunda; “Müslümanların yardım aldığı” kanaatini oluşturdu. Kanatların da yer değiştirilmesi ile savaş esnasında yeni yüzler gören Bizans askerleri, İslâm ordusuna gece yardım geldiğine tamamen inanacaktı.
Gün doğmadan yapılan şiddetti taarruzda, Bizans’ın hazırlıksız ön birlikleri dağılıp kaçmaya başladı. Onlar kaçınca koca Bizans ordusu çoraptan sökülen ip misali kademe kademe bozuldu. Tarihte belki de eşine bir daha denk gelinemeyecek bir hadise yaşandı. İşte İslâm ordularının büyük zaferleri böylece başlamış oldu.
Savaş sonrası Halid Bin Velid kumandan olarak Hz. Peygamber’e olanları anlatmak için Cihan Serverı’nın huzuruna çıktı. Efendimiz, olanları Halid bin Velid’e anlattı. Kâinatın Efendisi’nin gözleri doldu, Cafer bin Ebu Talib’in, Zeyd bin Harise’nin ve Abdullah bin Revaha’nın şahadetlerini, sonrasında yaşananları anlatırken şu ifadeyi kullandı: “Ey Halid perdeler kalktı ve olanları gördüm.” dedi, devamında ona, sen artık “Seyfullah’sın” diye unvan verdi. O, artık “Allah’ın kılıcı Halid Bin Velid idi.
Unvanı Allah’ın Resulü vermişti, ilk Halife Hz. Ebu Bekir (r.a) bu unvana saygı duydu ve “Ya Halid devlet olduk artık, sen de bu devletin askerinden, ordusundan sorumlusun,” dedi. Büyük kumandan Halit Bin Velid (r.a.) için İslâm orduları başkumandanlığı ne büyük bir şerefti.
Başkumandanın uyguladığı büyük fetih hareketiyle İslâm devleti kısa sürede çok büyük askeri başarılar elde etti. Maraş’a kadar ilerleyen ordular neredeyse yüze yakın savaşa girmiş ve başkumandan hiç savaş kaybetmemişti. Tarihte “Savaş kaybetmeyen” nadir kumandanlardan biriydi.
Ordular, batıya yöneldiklerinde Mısır’dan Cebelitarık boğazına kadar olan tüm alana hâkim oldular. Gidilen her yerde adalet, eşitlik ve ilmi yaydılar. Fethedilen yerler silâh zoruyla alınsa da hoşgörü, sevgi, ilim ve adaletle İslâm’a bağlandı. İşgal değil, gönül fethi ile devlet sınırları genişledi.
Afrika’nın fethi için görevlendirilmiş olan Musa bin Nusayr emrinde yetişmiş olan Tarık bin Ziyad’a yedi bin kişilik bir kuvvet ve dört gemi verdi. İberya yarım adasına geçmeleri ve İslâm ışığını orada yaymalarını emretti. Tarık Bin Ziyad, derhâl yola çıktı. Karaya çıkan ordu kumandanın emri ile gemilerini yaktı. Bu davranışta gaye ordunun; dönüş olmayacağına, sonuç ne olursa olsun düşmanla savaşılacağına inanmalarının istenilmesiydi. Kumandan Tarık Bin Ziyad Ordusuna şöyle seslendi,
“Ey mücahitler; önümüzde deniz gibi düşman, ardımızda düşman gibi deniz var. Savaşacağız ve Allah’ın izniyle sabırla, sebatla İslâm ışığını yayacağız. Ben şehit olursam, içinizden birini kumandan tayin edin, ancak asla savaştan dönmeyin. Mute’yi, Yermük’ü kazanan mücahitleri düşünün ve yola devam edin.”
Durmadan düşman üzerine yürüdüler Vizigot kralı ile yaptıkları savaşta, düşmanı mağlûp edip İberya yarım adasında ilerlediler. Musa Bin Nusayr’ın ve halifeliğin rızası ile orada bir devlet kuruldu. Kurulan devlete “Endülüs Emevi Devleti” denildi, Emevi Hanedanları Kurtuba, Gırnata, Toledo, Zaragoza, Valensiya, İşbiliyye (Sevilla) gibi şehirleri aldılar ve Fransa sınırına dayandılar.
Emeviler, İberya yarım adasında yaklaşık yedi yüz yıl kaldı. Bu süre içinde medeniyet ilim ve sanat konularında çok ilerlediler. Endülüs’te yetişen büyük âlimler, bilginler ve düşünürler sayesinde eğitimden sağlığa, sanattan teknolojiye birçok gelişme yaşandı. Öyle ki açılan üniversite, dünyanın en güzel saraylarından El Hamra, büyük bir şaheser olan Kurtuba Camii ve medresesi gibi yapılar sadece o dönemde değil sonrasında da dünya bilimi için örnek ve yol gösterici oldu.
Zaman hızla ilerlerken Endülüs’te hanedanlar başta olmak üzere düzen bozulmaya başladı. İslâm ışığından uzaklaşmaya başlayan Endülüs, gelişmekte olan Avrupa devletlerinin gözünde, en önemlisi Papalığın gözünde parçalanabilir, yok edilebilir hâle geliyordu.
Papalık doğu da ve batı da yükseldikçe kendilerine doğru yürüyen İslâm sancaklarını durdurmak ve mümkünse onları yok etmek için özel bir çalışma yaptı. İberya’daki durumu kılıç ve silâh ile değil, bozulmaya yüz tutmuş yöneticilerin zaaflarını kullanarak yapacaktı. Endülüs Emevi Devleti’ni parçalamak ve yavaş yavaş yok etme yolunu seçtiler. Uyguladıkları plân zamanla işe yaradı.
Endülüs, küçük parçalara bölündü ve gittikçe yok olmaya başladı. Bir zamanlar ışık saçan, imrendiren, adaletle hükmedilen bu topraklar artık hükümdar ve güç kavgalarına şahit oluyor, ilim ve bilimde gelişmeler yavaşlıyor, halk gittikçe yoksullaşıyordu. Oysa düşman boş durmadı. Geçen yüz yıllarda doğuya Haçlı Seferleri yapılmış, başarılı olunamamıştı hatta korkulan olmuş ve doğudaki son kale Bizans yok edilmişti. Dünyanın incisi İstanbul artık Türk Payitahtıydı.
Papa’nın plânı gereği yeterince beklenildikten sonra İspanya’da güç dengelerinin değişmesi ve asker gücünün toplanabilmesi için önemli bir adım atıldı. Vahşeti çok seven, Müslüman ve Yahudilerden nefret eden Kastilya Prensesi I. İsabella ile Argon Kralı II. Ferdinand evlendirildi.
Bir zamanlar İslâm Devletinin sarayı olan El Hamra’da Yahudilerin, ve Müslümanların tasfiyesi için bir kararname imzalandı. Bu kararnameye göre Yahudiler hemen sınır dışına gidecekler, giderken ihtiyaçtan fazla eşya, para ve hayvan götürülmeyeceklerdi. Verilen sürenin dolmasıyla birlikte yarımada da kalan her bir Yahudi yakılarak öldürülecek veya Hıristiyan olacaktı. Onlara verilen mühlet doldu. Gidenler gitti, gidemeyenler için acı ve kederli günler başladı. Bu kararname bir süre sonra Müslümanlar içinde uygulanmaya başladı. Ancak bu uygulamayı doğrudan dillendiremediler, çünkü Müslümanların “cihat” gibi büyük bir silâhı vardı ve İspanya’ya tekrar İslâm ordularının gelmesini göze alamazlardı. Kaldı ki, o dönemde İslâm sancaktarı Osmanlı’ydı. Osmanlılar, o yıllarda Varna’da, Kosova’da Haçlı ordularını saatler içerisinde yok etmiş ve Balkanlarda ilerlemekteydi.
İspanya kralı ve kraliçesi yarımadada acımasız bir politika izlemeye devam ettiler. İslâm ve Musevilik adına ne varsa yok etmek için ant içmişlerdi. Kurtuba ve Gırnata düştüğünde sırf Arapça yazılmış diye yakılan kitapların miktarını anlatmak için şu tabir kullanılmaktaydı: “Büyük bir meydanda, evlerden daha büyük bir kule gibi duran kitaplar yakıldığında Kurtuba’nın üzeri simsiyah bulutlarla kaplandı.” O, büyük kütüphanelerden kaçırılan kitap sayısı ise birkaç çuvaldan ibaret olduğu söylenmekte.
Endülüs yıkılmış, Müslümanlar orada sahipsiz kalmışlardı. Bu durumu Osmanlı Devleti’ne ileten belki birkaç tüccar, seyyah ve elçi olmuştu. O heyette yer alan Yahudi ileri gelen temsilcinin Sultan II. Bayezid’den yardım isteme şekli ibretlik bir hikâyeydi. Yahudi heyeti yetkilisinin Sultan II. Bayezid’e,
“Siz adaletli ve ehli kitaba inanan bir devletin hükümdarısınız. Ahmet Peygamber’in adaleti ve siz Türklerin şefkatini biliyoruz. Orada akan Yahudi kanının durmaması tüm dünya gibi sizin de meseleniz olmalıdır. Ey kudretli padişah! Akıtılan kan her ne kadar dindaşınız olmasa da insan ve mazlum kanıdır. Bize yardım edin, aksi halde sizi, sizin tanrınıza şikâyet edeceğiz. İnandığınız o büyük hesap gününde yakanıza yapışacağız çünkü biz ve sizin dindaşlarınız orada çok büyük bir zulme hatta vahşete uğramaktalar.” Adam, akan gözyaşlarını sildikten bir süre sonra konuşmasına devam etti, “Yakılan mabetlerimiz ve kirletilen camileriniz yüzünden hesaba çekileceksiniz. Çünkü siz şuan İslâm’ın liderisiniz, tebaanız içinde Hıristiyan, Yahudi belki de ateist bile var. Kimsenin yakıldığını hatta zorlanılarak dinden döndürüldüğünü veya sınır dışı edildiğini duymadık, işitmedik. O halde haşmetli padişah, elinizi bize ve dindaşlarınıza uzatınız! Bunu sizden şahsım adına değil, oradaki her bir Müslüman ve Yahudi adına yalvararak istiyorum,” diyerek bitirdi cümlelerini.
Sultan II. Bayezid Han acı tablo karşısında sessiz kalamazdı, Kabul salonu kapısı heyetin ardından kapanırken padişah, ulemaya ve salonda olanlara sordu, “Devletimin uluları! Söyleyin bana; bu adamın şikâyeti hak huzurunda makbul müdür?”
Cevabı bilinen bir soruydu, o adam mazlum ve zulme uğramış bir halk için oradaydı. Elbette hak huzurunda şikâyeti makbuldü, bir suçsuzu sırf dinden değil diye kimse suçlu göremezdi. Nitekim adalet dinden önce insanı ele almaktaydı. Kaldı ki babası, Fatih Sultan Mehmet Han’ın adalet karşısında neredeyse kolunu kaybedeceği bilinen bir kıssaydı. Cihan Padişahı olmuş biri bile adalet önünde sıradan bir kişi ile aynı safta tutulmaktaydı. Beyler, paşalar ve ulema sorulan sorunun aslında bu adamın çağrısına ne cevap verilmesi yönünde olduğunun farkındaydı.
Toplantı bitti ve karar Yahudi heyetine iletildi. Oraya ordu gönderilemezdi. Lâkin oradan kaçmak isteyen her bir kişinin olabildiğince hızlı bir şekilde Osmanlı topraklarına getirilmesi kararlaştırılmıştı. Bu görevi Kemal ve Burak Reislere verilmesi uygun bulundu.
Kahraman Türk denizcileri başarılı bir operasyonla on binlerce Müslüman ve Yahudi’yi Osmanlı topraklarının çeşitli yerlerine yerleştirildiler. Geride kalan hâlâ yüz binlerce Müslüman ve Yahudi vardı. Yarımadada ise vahşet, her geçen gün artarak devam ediyordu Fakat Osmanlı Devleti herkese yetişememekteydi.
1500’lü yıllara gelindiğinde İspanya’da, Endülüs ve İslâm adına neredeyse hiçbir şey kalmadı. Yaklaşık yedi asırlık ışık dönemi sona ermiş, Papalığın asırlar önce yapmış olduğu plân gerçekleşmişti. Sıra doğudaydı. Doğudaysa Türkler vardı. Üç kıtaya hükmeden Osmanlı İmparatorluğu en güçlü dönemini yaşıyordu. Bu yıllarda Osmanlı tahtında Kanunî diye bilinen, Muhteşem Süleyman vardı. Papa’nın önündeyse, Balkanlar’ın sırayla düşen kaleleri ve gittikçe zayıflayan bir Avrupa tablosu durmaktaydı.
Zaman, Papa’nın büyük plânına sadık olanlar için çok önemli değildi. Yükselen her milletin bir gerileme ve çökme dönemi olacaktı. Osmanlı da Endülüs gibi olmalıydı, parçalanmalı ve yok edilmeliydi. Vatikan plânına sadık kaldı. Zaman geçtikçe güneşli ve mavi bir gökyüzünü yavaşça kaplayan kara bulutlar gibi Osmanlı Devleti’nin üzerine çökmeye başladılar. Osmanlı’nın da zamanı gelecekti. Belki de beklenen gün çok uzak değildi.
Kıymetli okurlarım, tarih değişse de fikirler, planlar değişmiyor. Dün olduğu gibi bugün ve yarın batı dünyası bizi öteki ve düşman olarak görmeye devam edecektir. Değişen modern medeniyete, gelişen bilime ve teknolojiye ayak uydurmak ne kadar büyük bir gereklilikse, millet olarak; bizi biz yapan değerlere sahip çıkmak, dinimizi, adetlerimizi korumak ve gelecek kuşaklara aktarmak da aynı şekilde büyük bir ihtiyaç ve hepimizin sorumluluğudur kanısındayım.
Sevgili okuyucularım hepinize saygı ve esenlikler dilerim efendim.