Felsefenin neden Eski Yunan’da ortaya çıktığını hiç düşündünüz mü? Neden Anadolu’nun ortasında, elinde mızrağıyla hayvanlar tarafından öldürülmemek için hayat mücadelesi veren kabileler/ gruplar arasında felsefi boyuta ulaşabilecek fikir alışverişleri yapılmamıştır?
Yukarıdaki soru, bugünümüze ışık tutan güzel, temelli bir sorudur. Kendinize hiç sordunuz mu “bugün neden ruhumuza iyi gelen, bizleri adeta ışık gibi parlatacak; hayatta varoluşumuza hizmet edecek şeylerin peşinden değil de zorunluluklarımızın peşinden koşuyoruz?” Çünkü bizlerin ruhuna inebilmesi için önce kaygısız bir akla sahip olması gerekir. Bizler, şu an hiç olmadığımız kadar kaygılı ve anksiyete sahibi bireyleriz. Ruhumuzu besleyebilmek için, önce kendimizi tanımalı ve nelerin bizleri beslediğini ve nelerle alışveriş içerisinde bulunursak daha dingin olacağımızı fark etmemiz gerekir yani kısacası deneyimlemek gerekir.
Örneğin, resim çizmeye hiç yeteneğimizin olmadığını anlamak için önce elimize bir fırça almamız gerekir fakat bugün, elimize fırça almak bir kenara dursun sadece temel yaşama gereksinimlerimizi yerine getirebilmek için şiddetli bir mücadele ediyor bunun peşinde iştahla koşuyoruz fakat bunun aslında ne kadar bizim içimize ışık tutmadığını göremiyoruz sadece gün sonunda, belli belirli aralıkla bizlere gelen “ben galiba mutsuzum” hissiyle çarpışıyor ve içinden çıkamadığımız sonsuz bir döngü gibi hissettiren bir yaşamın içinde sıkışıp kalıyoruz. Bu sıkışıklıktan kurtulmak içinse baktığımızda ya çok geç kalmışlık hissiyle belki elimizi ayağımızı asla içinde bulunduğumuz durumdan kıpırdatamayacak şekilde mecbur belki de inanılmaz bir yorgunluk içerisinde bulunduğumuzdan değiştiremiyoruz.
Ben, insanın ancak kendisine iyi gelmeyen ve ait hissetmediğini, ruhuna ulaşamadığı durumların içinde yorulacağına inanıyorum. İnsan, ürettikçe büyüyen ve özüne inmesi gereken sosyal bir varlık. Buradaki öz, herkes için birbirinden farklılıklar içerebilir. Kimisi özünü doğayla eşleştirebilir, kimisi sanatta bulabilir. Kimisi bir yapıyı inşa ederken, kimisi hayat kurtarırken kimisi şarkı söylerken “kendi benliği” gibi hissedip bundan beslenebilir ve bunu içerisinde ilerlettikçe, inşasına devam ettikçe mutluluğu ve varoluşu, hayatta bastığı adımları daha da sağlamlaşır. Hayat olur.
Fakat bunu mecburiyetten yaptığımızda, özellikle alternatifsiz kaldığımızda veya mecbur olduğumuzda insan çok genç yaşta bile tükenebilir. Hepimizin içinde bizleri ayakta tutan dinamikler farklıdır bizler için önemli olan hangi dinamikten beslendiğimiz ve hangisiyle hayatımıza ışık tutmak istediğimiz. Bunu açığa çıkaramadığımızda, kendimizi beslemeyi başaramadığımızda tükenen ve yorgun bireyler oluyoruz ve istemeden sevdiklerimizle hatta sevmediklerimizle bile sorunlar yaşayarak, mutsuz bir toplum inşa ediyoruz.
Mutsuz toplumun içerisinde her an kavgaya hazır, birbirinden destek alamayan çünkü öncelikle içini görememiş bizler sadece yitip giden hayattan saatleri, günleri harcıyoruz ama bunun adı yaşamak mı bilemiyoruz.
Tüm bunların farkında da olmuş olsak, neyi değiştirebiliyoruz? Ne kadarıyla mücadele edebiliyoruz? Günümüz toplumunda, nefessiz kalmak ve sıkışmak bir şeyleri değiştirmekten çok daha kolay çünkü hayatın içerisinde yaratılabilecek alternatifleri her geçen gün hayat şartlarıyla daha da yitiriyoruz. Elimizde olmadan sadece izliyoruz. Deneyimlemek, görmek ve yaşamanın bu kadar para merkezli olması ve istemediğimiz şeylere olan mecburiyetimizle tükendiğimiz bu çağda, bir de sosyal medya üzerinden karşılaştırmalı yaşadığımız hayatlarla belki de iyice karanlığa hapsediyoruzdur kendimizi.
İnsan, tüm bunların içinde kendini ne kadar besler ve mutluluktan beklentisi nedir değişebilir. Kimisi için ne zorluklar içerisinde olursa olsun istediği kitabı okuyabilmek ve bununla yetinebilmekte mücadelenin farklı bir versiyonunu oluşturabilir, kimisi iştahla daha fazlasını isteyip elde edemedikçe mutsuzluğunun içerisinde kıvrandıkça kıvranabilir. Neresinden tutup başlanacağı, neresinden değiştirilmesi gerektiği ise tamamen insanın kendi çabasına, verebileceği emeğe, ortaya koyabileceği güce dayalıdır. Bu da değişkendir.
Kısacası, hayat bazı sınıflara daha acımasız; tıpkı Anadolu’da ölmemek için mücadele veren bir insanla, Eski Yunan’da denizin karşısında fikirlerini paylaşan ve tartışabilecek olan ortama sahip insanın arasındaki “felsefe” farkı gibidir. Ölmemek için yaşamak, yaşamak değildir.
Son bir nefesle belki de değiştirmek gereklidir şartları fakat uzun bir nefes nereden alınıp nasıl yettirilecektir?