25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü! Kadına Yönelik Şiddet Meselesi Üzerine Bir Değerlendirme…
Bu yazıyı yazmakla ilgili ilk adımı atmaya karar verdiğimde, öncelikle sinir bozucu bir tedirginlik hissettim. Çünkü doğrudan öznesi olduğum bir konu hakkında, salt objektif bir tutum takınıp takınamayacağım hakkında düşüncelere dalmaya başlamıştım. Fakat, öznesi oluyor olmam, meseleyi daha derin irdeleyebileceğimi de düşündürdüğünden, geçtim masanın başına ve serbest bir akış içerisinde zihnimde yankılanan bazı kavramlar etrafında dolanıp durmak yerine, bunları not etmeye başladım: Şiddet. Kadın. Kadına Yönelik. Tahakküm. İktidar. Baskı. Ataerki. Feminizm…
Başlamadan önce, kısaca 25 Kasım’ı tanıtmak gerektiğini düşünüyorum. Birleşmiş Milletler tarafından 1999 yılında “25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü” adıyla ilan edilmiş bir gün. Kökenleri elbette kadınlara yönelmiş bir şiddetin hikayesine dayanıyor. Rastlantısal şekilde verilmiş bir gün olmaktan ziyade, 1960 yılında Dominik Cumhuriyeti’nin diktatör yönetimi tarafından, yönetime muhalif olan Mirabal Kardeşler adıyla bilinen üç kız kardeşin, iktidara karşı tepkileri nedeniyle hedef gösterilmesini işaret ediyor. Mirabal Kardeşler, iktidar tarafından vahşice katledildikten sonra, bazı kaynaklara göre trafik kazası süsüyle olayın üstü örtbas edilmeye çalışılmış.
Fakat, toplum birçok şeyin farkındaydı elbette. Böylelikle de bugün Mirabal Kardeşler’in hedef gösterilmesiyle sembolleşen, fakat çok daha gerisine bakıldığında neredeyse toplumların varoluşundan beri normalleşmiş bir olgu olan kadına yönelik şiddeti konuşmaya başlamış oluyoruz.
Aslında öncelikle, şiddeti ve peşinden “kadın” meselesini değerlendirmek gerekiyor. Şiddet kavramı, sosyal bilimler tarafından çokça alınan ve farklı perspektiflerde değerlendirildiğinden spesifik bir tanımı bulunmayan bir olgu. Fakat üç aşağı beş yukarı, bugün şiddet dendiğinde herkesin anladığı bir tanım var. Dünya Sağlık Örgütü(WHO) ise bunu şu şekilde tanımlıyor:
“Şiddet; kendisine, başkasına, bir gruba veya topluma karşı kasti olarak fiziksel baskı veya güç kullanmak, tehdit etmek veya fiiliyata geçirmek, yaralama, ölüm, psikolojik zarar, gelişim bozukluğu veya mahrum bırakmaya neden olmak veya bu durumların gerçekleşme ihtimalini artırmaktır.”
İşin biraz da psikanalitik kökenlerine indiğimizde, hatta insanın evrimsel süreçleriyle değerlendirdiğimizde, şiddetin var olan bir gerçeklik olduğundan söz etmek gerekiyor. Bunu biraz irdelemek lazım fakat, bu kesinlikle “şiddet insanın gerçekliğiyse şiddet uygulamakta bir behis yok” anlamına çıkacak bir söylem değil.
Esasen, şiddet kişinin kendini savunma mekanizması olarak basitçe ifade edilebilecek bir olgu. Ancak, daha derinlerde bir tahakküm ve varoluşun sürdürülmesi arzusuyla ilintili bu durum. Burada yavaş yavaş konuyu iktidar meselesine getirmeye başlıyoruz. Nedir bu tahakküm ve varoluşun sürdürülmesi arzusu? İktidar olan, erk, kendi gücünün kalıcılığını ve mutlaklığını kabul ettirmek için karşısındakine güç uygulayarak, yani şiddeti eyleme geçirerek, kendi bedensel ve zihinsel varlığını dayatır. Şiddet yoluyla, yani baskı ve zora başvurarak gerek fiziksel gerek psikolojik biçimlerde kendi varlığını kurar ve otoriteyi eline alır.
Kadına yönelik şiddet de adından anlaşılacağı üzere başta “kadın” cinsiyetine ve ardından kadın kimliğine yönelmiş, sembolik hale gelmiş bir olgu. Ne yazık ki postmodern çağın içinde olmamıza ve bin yıllardır hüküm süren bir insanlık tarihine rağmen, hala kadına şiddet denen bir olguyu ve bunun önlememesini tartışıyoruz. Kadın cinsiyeti, neredeyse toplumların varoluşundan beri daima ikincil bir konuma indirgenmiştir.
Tarihte kadınların bırakın yurttaşlık haklarından, insanlık haklarından yararlanır hale gelmesi bile oldukça modern bir zamanın eseridir. Mülkiyetle ilişkili olarak kadın bedeni doğum yoluyla soy üretimini sağladığı için otoritelerce daima denetime tabii tutulan ve güvenilmezliği nedeniyle de “ev” içerisine, özel alan’a mahkum edilen bir cinsiyet olmuştur. Tarıma geçişle ilişkilendirilebilecek bir mesele olarak, mülkiyet ve erkek egemenlik (ataerkil sistem) kavramı kadının kamusal hayata karışmasının önünde bir engel olagelmiştir.
Zaman içerisinde kadın kamusal hayatta da kendine yer bulur hale geldiyse de -ki bu uzun yıllar süren bir hak mücadelesi ve feminist hareketler sayesinde olmuştur- bugün hala kadınlar hem kamusal hem özel alan içerisinde her bakımdan baskı, zorlama, tehdit veya şiddetin her biçimine maruz kalmaktadırlar. Erkek egemenliğin kadına bir ikinci cins olarak bakması, kadının insan olarak değerini görmezden gelmesi anlamına çıkar.
Fakat, tür olarak bakıldığında erkek de kadın da insan türünün farklı kromozomal yapılardaki versiyonudur. Bu noktada feminist harekete değinilecek olursa, meselenin bir üstünlük kurma çabası olmaktan ya da biyolojik farklılıklar üzerinden yürütülecek bir politik söylem yaratmaktansa, haklar bakımından bir eşitlikten söz etmek gerekiyor. Kaldı ki bugün “erkek” ve “kadın” desek de queer teoriler kapsamında başka şeylerin konuşulduğu, cinsiyet üzerinden yürütülen biyopolitik anlayışların da genel itibariyle eleştirildiği bir dönemde yaşıyoruz.
Haklar kısmına geri dönelim. Haklar meselesi, insanların uğruna mücadele verdikleri ve canlarını ortaya koydukları tarihsel bir sürece işaret ediyor. Daha genel anlamda insan haklarını işaret edebiliriz, konu özelinde ise feminist aktivist hareketler ve Kadın Hakları’nın mücadelesinden söz etmek gerek. Bu mücadele, “kadın” bedenine ve kimliğine yönelen her türden şiddetin reddi tavrını içinde barındıran bir mücadele. Ancak en temelde bakıldığında, bu mücadele bir “yaşam” mücadelesidir.
Kadın olarak var olabilmenin zorluğuna ithaf edilmiş, kadınların, kadın kimliğine sahip olmak yüzünden her gün usanmadan yürütmek zorunda olduğu bir yaşam mücadelesidir. Başlarda öznesi olmaktan söz ederken de bunu düşünüyordum. Kadın bedenine ve kadın kimliğine sahip “özgür” bir kadın olarak, güvenlik içerisinde var olabildiğim bir dünyada yaşamıyorum yazık ki. Özellikle başıma gelebilecekler üzerine düşünmeye başladıkça, sosyal medya örnekleriyle de şekillenen bir korku iktidarı nedeniyle, mağdur olarak kadının daima suçlandığı, haklarının aranmadığı veyahut adil bir yargılanma sürecinden söz edilmediği küresel bir dünya gerçekliğinden söz edildiğinde… kamusal alanda özgürce ve güven duygusuyla hareket edemiyor olmak, gerçekten de yaşamsal bir mücadele meselesi.
Bugün, Türkiye topraklarında da çok yaygın olsa da kadına yönelmiş şiddet problemi bütün dünyayı ilgilendiren küresel bir mesele. Kadına şiddet olgusu, erkek egemen iktidarın (iktidar burada gerek devlet otoritesi gerek erkek bireyler tarafından baskılanan bir otorite anlamında kullanılmaktadır) kadın varoluşunu değersizleştirme çabasıdır. Psikolojik veya fiziksel, manipülatif söylemlerle veya doğrudan bedene yönelen her türden zorbaca davranış, kadının kimliğine yönelmiş bir şiddettir.
Ve bu, öyle normal bir hale gelmiş durumda ki iktidarların gözünü dahi kırpmadan suça karışmasına neden olabilmekte. Bugün, örneklerini ne yazık ki kendi ülkemizde görebiliyoruz. İstanbul Sözleşmesi’nin feshedilmesi, yürürlükteyken dahi uygulanmasındaki sürüncemeler gibi sorunlar, açıkça suçu meşrulaştırmaya ve kadın’ı hedef göstermeye çıkıyor. Fail, başına bir şey gelmeyeceğinden adı gibi emin olduğu noktada, anlık iktidar arzusuna itaat ederek suç işliyor. Suç; cinayet anlamına gelebileceği gibi tecavüz, taciz, zorla kürtaj, bedensel veya zihinsel bütünlüğünün herhangi birine karşı yapılmış bir saldırı, her bakımdan eyleme geçmiş bir sömürü, özelde de emek sömürüsü, genel anlamıyla kişinin her anlamda mülkiyetine zarar verilmesi olarak ifade edilebilir bu noktada.
Bir de işin kamusal alandaki çalışma hayatı boyutu bulunuyor. Feminist söylemin ilk taleplerinden olan “eşit iş, eşit ücret” sloganları senelerdir çözümsüzlük içerisinde, kadına yönelik şiddeti sistematik bir halde üretmeye devam ediyor. Kadın bedeni ve kimliği üzerine sembolleşen bütün bu düşünüş ve atfedilen değerler(değersizleştirmeler) nedeniyle kadın, ekonomik anlamda da köklendiriliyor ve bir bağımsızlık elde edemiyor. Kadına şiddet konusunu konuşmak için illa da bir fiziksel şiddet örneğine bakmaya gerek yok, kadının bireysel varlığının önüne geçebilecek bütün eylem ve davranışlar kadına yönelmiş bir şiddettir.
Kadının kendini güçlü, özgür ve bağımsız hissederek bireysel bir varoluş sergileyebilmesinin birincil koşulu ekonomik anlamda bir mevcudiyete sahip olmasından geçer. Ekonomik yönden bağımsız olan kadınlar, daha otonom karar verebilir bir psikolojik sağlığa ve karakter duruşuna sahip oluyorlar. Bugün bu oldukça açık bir gerçek.
Daha hayati bir sorun olması açısından, cinayet veya tecavüz gibi konular elbette çok daha öncelikli olarak çözülmesi gereken sorunlardır. Fakat, bu sorunların çözülmesi kanımca öncelikle devlet politikaları tarafından düzenlenecek hukuki düzenlemeler yoluyla ve ardından toplumsal-kültürel bir değişim süreciyle mümkün olabilir. Her birimizin öncelikle şiddet’e ve sonra kadına yönelik şiddet’e derinlikli bir ağırlık vererek üzerine düşünmesi gerekiyor. Uzun yıllar boyunca zihinlerimize, bilinçdışı süreçlerimize kodlanan bu tahakküm durumunu veya biz kadınlar olarak içselleştirdiğimiz korkuyu değiştirebilmek için kollektif olarak bir değişim sürecine girmemiz elzemdir.
Hukuki düzenlemeler ve cezai yaptırımların ardından şiddet yok olmasa da ya da kapalı kapılar ardında fiziksel olmayacak türden şiddet her an yaşanabilecek olsa da bireysel-toplumsal-kültürel bakış açılarımızı değiştirmek için hepimizin bu mücadeleye ortak olması gerekmektedir. Bugün mağdur suçlayıp fail aklayan bir zihniyetle kadın kimliği her gün sözlü saldırıya maruz kalırken bu söylemler fiziksel şiddeti de yaygınlaştırıyor, sistematik olarak üretmeye devam ediyor. Bunun önüne geçebilmenin yolu da suç ve ceza hakkında adaletli bir yorum yapabilmek için insanlık onuru değerini yeniden değerlendirmeye almak ve sistematize hale gelmiş kötülükle mücadele emektir.