Kahvaltı hazırlıyordum. Yalnızlığın verdiği hüzün vardı içimde. Ben bu hüznü seviyordum. Hüzün, insanı ileri götüren bir duyguydu.
Kapı çaldı. “Bu saatte kim gelir?” dedim kendi kendime. Merakla kapıya doğru yürüdüm. Sıradan bir hayat yaşadığım için en küçük merak beni heyecanlandırıyordu. Kapıyı açtım. Karşımda küçük bir erkek çocuğu duruyordu. Saçları kısacıktı. Üzerinde asker yeşili bir kazak vardı. Altında da siyah bir pantolon. Elinde de bir zarf vardı. Somurtarak bana bakıyordu. “Kime bakmıştın?” diye sordum. Yüzüme tuhaf tuhaf bakarak elindeki zarfı uzattı. Şaşkın bakışlarla aldım zarfı. Çocuk sonra kaçarak uzaklaştı. Ben de kafamın içinde soru işaretleriyle çocuğun arkasından bakakaldım.
Kapıyı kapatıp salona geçtim. Koltuğa oturdum ve heyecanla zarfı açıp okumaya başladım:
“Hanımefendi,
Sizi birkaç gün önce sahil kenarında gördüm. Güzelliğiniz beni çok etkiledi. Saçlarınızı savuruşunuz, etrafa bakışınız beni sanki size bağladı. O günden beri sizi takip ediyorum ama artık uzaktan bakmak yetmiyor bana. Sizi tanımak, sizi yaşamak istiyorum. Eğer siz de isterseniz bugün öğlen iki gibi sizi sahil kenarında bekliyor olacağım. Gelirseniz sizi mutlaka tanır ve yanınıza gelirim.”
Mektuptan kafamı kaldırdığımda gözlerim bir süre boşluğa daldı. Kendimi garip hissetmiştim. Acaba gitsem mi diye düşündüm bir süre. Kim olduğunu merak ettim. Bu yüzden gitmeye karar verdim. Kahvaltımı etmek için masaya oturdum. Heyecandan iştahım kaçmıştı. Zoraki bir, iki lokma bir şeyler yedim. O kadar heyecanlıydım ki zamanın nasıl geçtiğini hiç anlamadım.
Hazırlanırken çok süslenmedim. Karşımdaki kişi, onu çok önemsediğimi düşünsün istemedim.
Saat iki gibi evden çıktım. Heyecanla yavaş yavaş yürüyordum. Bir yandan da mektupta yazdıklarını düşünüyordum. Hislerim çok garipti.
Sahil kenarına geldim. Denize doğru bakıp derin bir nefes aldım. İçim huzur doluydu. Arkamdan biri geldi. “Selam,” dedi. Heyecanla kafamı çevirdim. O gözler derin bakıyordu bana. Sanki ben uçsuz bucaksız denizmişim gibi bakıyordu. Ben de hep gökyüzüne böyle bakıyordum. Gökyüzü; bir insanın, insana hissettirdiği şeyleri hissettirebilir miydi? Aşk, gökyüzüyle denk olabilir miydi? Kafamda bunlar dönerken, “Mektubun sahibi siz misiniz?” diye sordum. Gülümsedi. Gözlerini yere indirip, “Evet,” dedi. Gözlerini kaçırmasına üzülmüştüm. Derin bakışlara daha fazla bakmak isterdim.
Susuyordu. İçinde söylemek istediği onca şeye rağmen tek kelime etmiyordu. Duruşu bile gitmeye meyilliydi. Sanki onu buraya zorla getirmişim gibi duruyordu. Gözleri sürekli yerde, ayakları da hareket halindeydi. Sessizliği ben bozdum:
-Bir şey demeyecek misiniz?
-Aslında söyleyecek o kadar çok şeyim var ki… ama nedense dilim dönmüyor.
Gözlerinin içine içine bakıyordum. “Sevmekten, konuşmaktan korkmayın,” dedim. Dediklerim imkansızmış gibi güldü. “Siz hiç aşık olmadınız herhalde,” diye yanıtladı. Kafamı gökyüzüne doğru kaldırdım. “Eğer gökyüzü sayılmazsa evet hiç aşık olmadım,” dedim. Alaylı bir şekilde güldü. “Gökyüzünü sevmek başka bir insanı sevmek başka.” diye cevap verdi. Oysaki yanılıyordu. Gökyüzünü sevmeyi bilmeyen bir insanı sevmeyi de bilemezdi. Uzun uzun baktım yüzüne. Sanki içimden geçirdiklerimi anlamış gibi baktı. Ben de anladığını varsayarak daha fazla bir şey söylemedim. Çimenlere doğru gitti. Yerden bir çiçek koparıp kulağımın arkasına iliştirdi. Bu yaptığıyla bana doğru bir adım atmıştı, fakat bu kavuşmak değildi, ayrılık değildi, uzay boşluğunda kaybolmak gibi bir şeydi.