Dinler arası diyalog terimi genellikle farklı dinlere mensup insanların bir araya gelerek dinleri, inançları ve yaşamları hakkında açık ve saygılı bir şekilde konuşmalarını iletişimde bulunmalarını ifade eder.
Bu tür diyaloglar, farklı dinlerden gelen insanların birbirlerini daha iyi anlamalarını, hoşgörüyü artırmalarını, toplumsal uyumu ve işbirliğini güçlendirmelerini amaçlar. Ayrıca dinler arasındaki ortak yönleri de su yüzüne çıkarabilmek diğer bir maksattır.
Özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısında, dünya genelinde dinler arası diyalog ve etkileşim çeşitli platformlarda ve kuruluşlar aracılığıyla artmıştır. Örneğin, Birleşmiş Milletler ve UNESCO gibi uluslararası kuruluşlar, farklı dinler arasında diyaloğu teşvik etmek ve hoşgörüyü artırmak amacıyla çeşitli programlar ve etkinlikler düzenlemiştir.
Dinler arası diyalogun tarihinde önemli kilometre taşlarından biri, 1962 senesinde gerçekleşen II. Vatikan Konsili’dir. Bu konsil, Katolik Kilisesi’nin diğer dinlere daha açık bir tutum benimsemesini teşvik etmiş ve dinler arası diyalog için bir temel oluşturmuştur. Lumen Gentium başlığıyla yayınlanan beyanata göre “Extra Ecclesiam Nulla Salus” yani kilise dışında kurtuluşun olmaması anlayışı terk edilmiş, Yahudi ve Müslümanlar da Hazreti İbrahim’in torunları sayılmış, kurtulabilecekleri bildirilmiştir. 1986’da da benzeri bir şekilde Papa II. John Paul, İtalya’nın Assisi şehrinde diğer din mensuplarını toparlayarak dünya barışı için bir dua konferansı tertip etmişti. Ardından liberalleşme süreci ivmesini arttırdı. Birçok dini akım diyalogun sadece hoşgörü ve sohbet kısmında kalmasını yeterli görmedi; kendi dinlerinin kitaplarındaki kurtuluş gerekliliklerini es geçerek karşı din mensuplarını aklamaya, cennet ehli görmeye sebepler aradı.
Gerek Yahudilik, gerek Hristiyanlık, gerek de İslam’da yayılmaya başlayan dinler arası diyalog akımı İslam’da pek tutunamadı lakin Hristiyan ve Yahudi dünyasında halk tabanında da gerekli desteği almayı başarmıştır. Fakat kaçırılmaması gereken nokta şu ki bu desteğin ve halk nezdinde tutunabilmenin sebebi dinlerin özünün diyaloğu teşvik etmesinden ziyade birtakım dini kurumların liberalleşmesi ve küreselleşmesidir. Muhafazakar halk tabanında destek bulamayan diyalogçuluk genellikle liberalleştirilmiş ve özünden koparılmış Yahudi ve Hristiyan mezheplerinde daha çok taraftar toplamıştır.
Her üç din de alt başlıklar haricinde incelenirse diyalogçuluk kavramının, dini grupların liberalleşme ve ılımlaşama süreciyle doğru orantılı tahlil edilmesi gerekmektedir. Zira bir dini kurum diyalog anlayışını kabul etmişse uzun vadede kadınların din adamı olabilmesi, eşcinselliğe tolerans, tüm din mensuplarının kurtulabileceği gibi liberal fikirlerin de yavaş yavaş benimsenme sürecine girmeye başlar. Bunun aksi de olduğu gibi bu düşüncelerden sadece herhangi birini kabullenmek diğerlerine ciddi manada kapı aralamaktadır. Bu nedenle liberalleşmenin kollarından biri olan diyalogçuluk bütünsel çerçevede ele alınmalıdır.
Öncelikle tüm dinlerin tarihçesi ve ılımlaşmayla ilintileri, liberalizm ve küreselciliğe uyumları etraflıca incelendikten sonra bu çerçevede diyalog konusunda gelecek sağlanıp sağlanamaması, mümkün olup olmaması incelenecektir.
HRİSTİYANLIK
Hristiyanlık grubunu Protestan(Evanjelik), Katolik ve Ortodoks olarak inceleyebiliriz.
A) Ortodoks Kilisesi: Ortodoks inancından başlarsak diyalogçuluk kesinlikle ne havas ne de avam tabakada liberalizm destek bulamamıştır. 1014 senesinde Katolik Kilisesi’nin litürjiye “Filioque” de denen Kutsal Ruh’un Oğul’dan çıkması kavramını da eklemesiyle tüm Doğu Ortodoks kiliseler Vatikan ile bağını kopartmıştı. Bu kopukluk, empati eksikliği ve saldırgan tavır Ortodoks kiliselerde bugün de halen devam etmektedir.
Ortodoks kiliseler aynı kökten geldiği Katolik Kilisesi’ni “Heretik” ilan etmekte, Katolik vaftizini kabul etmemektedir. 2016’da Papa Franciscus Tiflis’i ziyaret etmiş, Gürcü Ortodoks Patriği İlya dahil kimse konferansına iştirak etmemişti. Gürcüler “Kafir Papa, Gürcistan seni istemiyor” yazılı pankartlar ile protestolara katıldılar.
2018’de Fener Patriği Bartolomeos, Ukrayna’daki savaş durumundan faydalanarak Ukrayna ve Batı destekli yeni bir Ortodoks kilisesi kurdurtmuş, Ukrayna’da yıllarca faaliyet gösteren Rus Ortodoks Patrikhanesi’nin mallarına el konmuştur. Akabinde Moskova Patriği Kiril ve diğer Doğu Ortodoks kiliseleri Fener Patrikhanesi’ne karşı cephe almış, yeni kurulan kiliseyi tanımama kararı alınmıştır. 2018’den beri Rus Ortodoks Patrikhanesi, Fener ile komünyon kırmıştır(ilişkilerini kesmiştir).
Doğu Ortodokslara ek olarak Oryantal Ortodokslar denen bir grup da vardır ki bunlar da Ermeni, Etiyopya Tewahedo, Süryani, Eritre, Kıpti ve Hint Malakara kiliselerinden meydana gelir. İsa’nın hem Tanrı hem insan doğasının Hristiyan ilahiyatına eklendiği 451’deki Kalkedon Konsilini kabul etmedikleri için Ortodoks kiliselerden görülmez, dışlanırlar ki aralarındaki tek fark sadece İsa’nın doğası meselesidir. Onun haricinde litürjiden geleneklere kadar her şey ortaktır. Oryantal Ortodoksların da vaftizini Doğu Ortodokslar kabul etmez ve ekümenik ilişki kurmazlar. Diyaloğun yanısıra liberal değişim fikirleri de ne kilise ne de halk bazında benimsenmemektedir.
Rus Ortodoks Kilisesi Patriği Kiril, vaazlarında Protestanlık karşıtı ve eşcinselleri lanetleyici söylemlerde sıkça bulunur. Gürcü Ortodoks Kilise Patriği İlya, Gürcistan’ın AB uyum sürecinde LGBT hakları gündeme gelince televizyonda bunun günah olduğunu ve kesinlikle taviz verilmediğinden bahsetmiş, eşcinselliği bir hastalık olarak nitelendirdiğini ifade etmişti. Ortodoks Gürcü halkı o dönemden beri bu konuyu her sene Onur Haftası’nda protesto etmekte, eşcinsellere karşı şiddetli gösterilerde bulunmaktadırlar.
Bulgaristan, Rusya, Sırbistan gibi Slav ülkelerindeki Ortodoks Kiliseleri’nde litürjik ayinlerinde kullanılan dil ilk kilise dili olan Slavonik diliyken Rum Ortodokslar da Antik Yunanca’yı kullanırlar. Diğer bir tabirle Katolik Kilisesi bile çağın ihtiyaçlarına göre ana kaynağı olan Latince’den feragat ederken Ortodokslar en ufak reformlara bile tamamen karşılar. Katolikler gibi değişime açık olmadıkları gibi en küçük değişim bile tolere edilmemektedir. Katolik kiliselerde müzik enstrümanları kullanılabilirken Ortodokslar ilk kilisede enstrüman olmadığı için bu durumu günah kabul eder ve killiseye sokmazlar.
Katolik ve Protestanların kullandığı oturaklar da Ortodoks kiliselere katiyen alınmaz. Ortodoks kilise tebaası genellikle Martin Luther’in Protestan Reformasyonu öncesi Katolik imanlıları andırmaktadır. İncil pek okunmaz ve bilinmez. Mahalle papazları ve episkoposların söyledikleri bağlayıcı otoritedir. Bu bağlamda yukarıda belirttiğimiz hiyerarşik yapının anti-diyalog yapısı kadar halk da benzer biçimde diyalog ve liberalizm karşıtıdır. Böyle bir ortamda kilise yapısının dinler arası diyalog bir kenara bırakılsın, kendi içlerinde bile tefrikaya düştükleri müşahede edilmektedir. Sonuç olarak ne halk nezdinde ne de kilise ruhban sınıfında böyle bir durum söz konusu değildir.
B) Katolik Kilisesi: 1962 sonrası diyalogçuluk II. Vatikan Konsili ile başlamıştı. Katolik Kilise için çok büyük bir devrim sayılabilir zira birçok konuda kilise 180 derecelik bir dönüşüm yaşamıştı. Vaktinde haçlıları toparlayıp İslam dünyasına savaş başlatan, 1203 senesinde İstanbul’u işgal edip kendi din kardeşlerini bile katleden, kadınları diri diri cadı diye yakan Katolik Kilise artık diyalog taraftarı olmuş, diğer dinlere de saygı ile bakmaya başlamıştı. Müslüman ve Yahudiler’in de kurtulabileceği kabul edilmiş, İbrahim torunları olarak nitelendirilmişlerdi. Ek olarak 1800 senelik Latince ayin terk edilmiş, yerine her ülkenin kendi anadili eklenmişti.
Katolik cemaati atılan küreselci, ılımlaşma adımlarına, Katolik dogmalarına ters kararlara bir anda alışmış, neredeyse eski düzeni bile aramamışlardı. Papa John Paul, 2000 senesinde haçlı seferlerinden dolayı özür dilemiş, Papa Franciscus 2 ay öncesinde eşcinsel evliliklerin kutsanması fetvasını vermişti. Binlerce yıllık Katolik geleneklerine karşı olmakla birlikte İncil’e bile ters icraatlara ragmen kilise halen devam ediyor. Katolik tebaa içinde rahatsız olanlar da olsa çoğunlukla bu karara saygı duymuştu. Böyle radikal bir mirası taşıyan Katolik cemaatinin bu derece kökten bir değişime sesini çıkarmamasının sebebi “Kilise Yanılmazlığı” ilkesiydi.
1870 I. Vatikan Konsili ile birlikte Papalık makamının “Ex Cathedra” yani yanılmaz-sorgulanmaz olduğu dogmatize edilmişti. Bazı ufak gruplar Vatikan’daki liberalleşme sonrası ayrıldılar. Bir örneği arkepiskopos Marcel Lefebvre tarafından kurulan afaroz edilen Aziz Pius Topluluğu(SSPX)’dir. Liberalleşme öncesindeki bütün itikadi ve ameli özellikleri taşıyan SSPX’in 1.5 milyarlık Katolik dünyasındaki nüfusu ise sadece 500.000-1 milyon arası değişmektedir. Vatikan daha fazla kopmaları engellemek maksadıyla 1988 senesinde Aziz Petrus Ruhban Kardeşliği(FSSB) isimli tarikatı kurdu. Bu tarikat gelenekçi Katolik görünümlü, eski ayin düzenini Latince devam ettiren bir yapıya sahip olsa da kökten Vatikan’a bağlı olup itikadi olarak aynı liberal değerlere inanıyordu. 1800 yıllık geleneksel Latin ayinini özleyen milyonların bu yapıya akın edeceği düşünülebilir. Zira hem geleneksel hem de Vatikan tarafından SSPX grubu gibi afarozlu değil, cazip bir seçenek.
Düşünülenlerin aksine FSSB’nin de birçok şartı sağlamasına ragmen sadece birkaç yüz bini geçmeyen üyesi bulunuyor. Bu realite Katolik Kilise’nin ve Papalık makamının halkın üzerinde korkunç tesirini ortaya koymaktadır. Velhasılkelam liberalleşmenin getirisi olan diyalog konusunda da hem halk tabanında hem de ruhban sınıfında büyük bir destek mevcut. Tabii bir anda böyle bir değişim yaşayarak radikal bir misyon edinen Vatikan’ın ne kadar iyi niyetli olduğu değişimin boyutu göz önünde bulundurulursa şaibeli bir konudur fakat konumuz dinler arası diyalog ve etkileşim olduğundan dolayı sonuç olarak Katolik Kilise’nin burada güçlü bir atılım yaptığıyla konu sonlandırılabilir.
C) Protestanlık: Zaman zaman müjdeci anlamına gelen Evanjelik tabiri kullanılsa da Protestanlar için Türkçe’de “Evanjelik” komplo teorilerine ait olup ütopikleştirilen bir kavrama büründüğü için Protestan kelimesiyle devam etmek daha makbuldür. Öncelikle Protestanlık akımının değişim ve liberalizme bakışını anlamak için muhafazakar ve liberal Protestanlık olarak iki başlığa bölmünmesi gerekir. Tarihsel olarak John Wycliffe döneminde İncil’in anadile çevrilme hareketi ve Katolik otoritelere karşı başkaldırı yaşandıysa da bunun teolojik zemine oturtulması Martin Luther döneminde başladı.
Luteryen Kilisesi kuruldu ve Concordia kitabı ile Luteryen inanç bildirgesi kanonize edilerek reformasyonun ilk adımı tamamlanılmış oldu. Başlangıçta yeniliğe bir adım gibi gözükse de Katolik kilisenin binlerce yıllık teolojik zemini yıkıntıya uğramış ve Protestanlık inancındaki radikal değişime kapı aralamıştı. İlk dönem değişimlerinden en basiti 16. yüzyıla kadar bütün kilise kurtuluşun “iman ve iyi işler” ile sağlandığını savunurken Martin Luther “Sola Fide” kavramını tanıtmıştı; yani “sadece iman ederek” insanın kurtulabilmesi konseptini formüle etti. Ortaya attığı yeni kavram İncil’e ters olduğu için İncil’in içinden Yakup bölümünü çıkartmak bile istemişti.
Hristiyanlık’ta temeli olmayan “Predestinasyon” denilen bir unsuru daha. İman, Tanrı tarafından seçilmişlere verilen bir armağandır bu tanıma göre; insan iman etmeyi seçemez lakin kendi iradesiyle iman etmemeyi ve cehenneme gitmeyi seçebilirdi. Çok geçmeden Presbiteryen mezhebinin kurucusu John Calvin ortaya çıkarak Kalvinizm’in içinde “Duble-Predestinasyon” kavramını geliştirerek insanın doğmadan cennete ve cehenneme gideceğini iddia etti ve cüzi iradenin bile mümkün olmadığını ifade etti. Anabaptist mezhebinin kurucusu Ullrich Zwingli de İsviçre merkezli kendi reformunu gerçekleştirdi ve Anabaptist mezhebini kurarak kilise geleneğini ve otoritesini tümden reddetti.
Sadece İncil’in baz alınarak yaşanması gerektiğini temel alarak İncil’de kanıtı olmadığından dolayı bebek vaftizini de geçersiz saydı. 18. yüzyılda ise John Wesley ortaya çıkarak Metodist Kilise’yi kurdu. Vurgusu bir Hristiyan’ın tamamen kutsallaşıp günahsızlaşabilmesi üzerineydi. Martin Luther’in başlattığı reform tek bir otorite yerine herkesin kendi benliğine ve çağın arzularına göre teoloji yazarak yorum yapabilmesini de beraberinde getirdi ve İncil’in özüne aykırı meyvelerini vermeye başladı. Antoinette Brown Blackwell 1853 senesinde ilk kadın papaz olarak Kalvinist bir Protestan kilisesinde göreve başladı. 1861’de Mary A. Will Metodist kilisesinin ilk kadın din adamı seçildi ve bu şekilde kapı diğer liberal değişimlere daha da aralanmaya başladı.
20. yüzyılın başlarında ise William Seymour isimli bir pastör, İncil’deki Kutsal Ruh’un üzerine indiğini iddia etti ve yüzlerce insanı arkasına alarak Los Angeles’te Azusa Sokağı’nda şifa dağıtmaya başladı. Laga luga tarzı anlamı olmayan kelimeleri bağırarak mırıldanarak Pentekost gününde havarilerin üzerine inen Kutsal Ruh’un kendisini tıpkı havariler gibi konuşturduğunu iddia etti. Tarihe Azusa Street Revival olarak adını yazdıran bu olaydan sonra Pentekostal mezhebi kurularak milyonlarca Hristiyan’a ulaşıldı.
İlk kilise döneminde(M.S 150-200) bugünkü Uşak’ta Pepuza antik kentinde Montanus isimli bir vaiz de çok benzer iddialarda bulunmuştu fakat kilise otoritesi tarafından heretik ilan edilip dışlanmışlardı. Buraya kadar tamam, her ne kadar kilisenin teolojik yapıtaşlarına Luther’in döşediği dinamitler patladıysa da bütün Hristiyanlar yine sadece Hristiyanlar’ın kurtulacağını savunuyor ve LGBT’lilerin de kiliseye katılımı konusunu onaylamıyorlardı. 21. yüzyıla gelir gelmez zamanın ruhuyla birlikte yapısı bozulan Protestanlık, Ortodoks Kilise’nin aksine ve Katolik Kilisesine nispetle değişim rüzgarına kapıldı.
Amerika Luteryen Kilisesi(ELCA), 2009 senesinde eşcinsellerin din adamı olabilmelerine olanak tanıdı. Çok geçmeden 2013 yılında Amerikan Luteryen Kilisesi’nin ilk gay piskoposu Guy Erwin seçildi. 2021 senesinde ise Amerika Luteryen Kilisesi’nin ilk transseksüel piskoposu Megan Rohrer oldu. Birçok kilise “Queer Theology” olarak bilinen Eşcinsel Teolojisi isimli kitaplar hazırlanmaya başlandı. Pavlus’un 1. Korintliler 6:9’daki “eşcinsellerin Tanrı egemenliğini miras alamayacağı” sözünü okuyanlar için devreye giriyordu bu kitaplar. İncil’de kullanılan eşcinsel kelimesinin Koine Yunancası karşılığı olan ἀρσενοκοῖται(arsenokoitai) kelimesinin manasının aslında oğlancılık ve erkeğin erkeğe tecavüz olduğunun anlayışı hakim kılındı.
Böylelikle tecavüz yerine birbirine severek evlenen erkek çiftlerin Tanrı gözünde günahkar olmadığı algısı yerleştirildi. 2018’de Amerika’daki bir Presbiteryen Kilise daha da ileriye giderek “İsa’nın da iki babası vardı. Ne olmuş?” şeklinde bir pankart hazırlayarak kilisenin önüne asmıştı. Amerikan Luteryen Kilisesi resmi hesabında dua ederken Hristiyan inancındaki “Baba Tanrı” figürüne ragmen “Anne Tanrı” şeklinde dua paylamıştı. Bazı Protestan din adamları Tanrı da eşcinseldi şeklinde söylemlerde bulunmuştu.
Luteryen Kilisesi Başpiskoposu Elizabeth Eaton hanımefendi 2018’de bir gazeteye verdiği bir röportajda “Cehennem var ama içinin boş olduğuna inanıyorum” şeklinde bir açıklama yapmıştı. Alman Luteryen Kilisesi, Amerika Luteryen Kilisesi, Episkopal Kilise, Norveç Devlet Luteryen Kilisesi, İsveç Luteryen Kilisesi, İsviçre Reform Kilisesi, İngiltere Metodist Kilisesi, İzlanda Luteryen Kilisesi, İskoçya Kilisesi ve Kanada Luteryen Kilisesi gibi daha sayabileceğimiz birçok kurum kadınlar ve eşcinsellerin rahip olmasına izin verdiği gibi iki erkeğin veya iki kadının evliliğine de olanak tanınmaktadır. Hal böyleyken, Hristiyan inancının sadece adının kalıp içinin boşaltıldığı bir durumda tüm insanların kurtulacağı, Tanrı’nın LGBT’li bireyleri de sevdiği, her din ile diyalog kurma düşüncesi de ardından geliyor.
Fethullahçılar’ın yurtdışında işbirliği yaptığı dini kurumlara göz gezdirilirse genellikle bu tarz Protestan kiliselerle işbirliği yapıldığı bariz meydandadır. Amerika Luteryen Kilisesi’ne bağlı Sunnyvale Luteryen Kilisesi Papazı Robert McKee, Fethullah Gülen ile ilgili şu açıklamalarda bulunmuştu: “Hizmet Hareketi(FETÖ) aracılığıyla insanların bir araya gelip, herkes insan olduğunu ve pek çok ortak noktamızın olduğunu anlamaları için fırsatlar yaratıldığına inanıyorum.” Benzer şekilde Presbiteryen bir kilise önderi olan Dirk Ficca‘nın yorumu: “Fethullah Gülen’e o kadar hayranım ki, modernite ile dini geleneğin entelektüel açıdan inandırıcı bir sentezini ortaya koymuş.”
Protestanların muhafazakar kolları da var elbette. Luteryen reformasyonu sonrası kadim Hristiyanlık inancından daha fazla yüz çevirip kendi yorumlarını yapmış olsalar da en azından İncil’in özünde kalabilmiş küçük Protestan mezhepleri de mevcuttur fakat ne yazık ki bunlar sadece azınlıkta kalmakla birlikte devlet kiliseleri büyük çoğunlukla liberaldir ve küreselci fikirler daha baskındır. Ek olarak şu an 33.000 tane Protestan mezhebinin olduğu da göz önünde bulundurulursa tek bir görüşü tüm Protestan cemaatine mal etmek doğru olmaz lakin devlet kiliseleri nezdinde konuşursak çoğu Protestan kilise hiyerarşik tabakada dinler arası diyalog konseptine yatkın olup işbirliklerine, diğer dinleri de kabullenmeye, hatta evrensel tek bir dünya dinine varacak boyutta açıktırlar.
YAHUDİLİK
Yahudilik’te dört ana mezhep bulunmaktadır ki bunlar Amerika ve İsrail’de resmi mezheplerden sayılmaktadır. Reform, Reconstructionist(Yeniden Yapılandırmacı), Ortodoks(Ana Akım) ve Conservetive(Muhafazakar) Yahudilik’tir. Tüm Yahudi dünyasında kabul gören ve tüm dini otoriteleri bağlayan Ortodoks Yahudilik olmaktadır ki bunu Hristiyan mezhebi olan Ortodoksluk ile karıştırmamak gerekir.
A) Ortodoks Yahudilik: İsrail’deki hahambaşılık ve dünya üzerindeki en dindar cemaat Ortodoks Yahudiler’dir. Biri Yahudi olmak isterse İsrail’in Ortodoks Hahambaşılığı tarafından tanımlanmış bir haham tarafından Yahudiliğe kabul edilmesi gerekir. Biri koşer(helal) yemek almak istiyorsa eğer sadece Ortodoks hahambaşılığın verdiği belgeyle alabilmektedir. Ortodoks Yahudilik geçmişten günümüze gelen dindar Yahudiliğin temelini oluşturan yapı olduğu için değişim konusunda en sert cemaattir. Şabat günleri hiçbir iş yapılmaz, kadınlarla tokalaşılmaz, Yahudi olmayanlar’a aşağılayıcı bir ifade olan “goyim” diye hitap ederler, Yahudi olmayan kadınlara da iyi gözle bakılmayıp “şiksa” diye hitap edilir. Kendi içlerinde bile dindar olmayan Yahudiler ile iletişime geçilmez.
Bu grup değişime o kadar kapalıdır ki Brooklyn, New York’taki Aşkenaz Yahudileri’nden İngilizce bilmeyenleri, atalarının dilleri Yidiş dilini konuşanlar mevcuttur. Ortodoks Yahudiler’in bir kısmı aşırı derecede milliyetçi olurlar ki Filistinli bebeklerin öldürülebileceğini savunurlar. Bunların en büyük örnekleri “King’s Torah” kitabının yazarı Haham Yitzhak Şapira ve Haham Eliyahu Mali’dir. Neturei Karta olarak adlandırılan diğer Ortodoks grup ise İsrail’den aşırı derecede nefret ederler, İsrail bayraklarını yakarak protesto ederler.
Yahudi olmayanların eşekten daha aşağılık oldukları, gayri-Yahudilerin malının çalınabildiği, Mesih geldiği zaman Yahudilere köle olacakları görüşü Ortodoks grup arasında oldukça yaygındır. Bundan dolayıdır ki liberalleşme ve değişimden uzak bu köktenci grup, herhangi bir diyalog etkinliğine girmediği gibi kendileriyle de pek diyalog kurulmak istenmez. Kendilerine sempati besleyen, Donald Trump gibi Yahudi aşığı Evanjelik-Protestanları bile dışlayacak derece de mütekebbir yapıdadırlar.
B) Muhafazakar Yahudilik: her ne kadar birçok konuda Yahudi adetlerine bağlılığını sürdürse de Ortodokslar kadar katı değildirler. 2006 yılında, Muhafazakar Hahamlar Meclisi’nin Yahudi Hukuku ve Standartları Komitesi, hem statükoyu yeniden onaylayan hem de değişimi onaylayan teshuvot’u (belgeler) onaylayarak gay ve lezbiyenlerin haham olarak görevlendirilebilmesi ve eşcinsel evlilik törenlerine ilişkin müzakerelerini tamamladı. Komitenin oylamasının sonucu, hahamlar, sinagoglar ve diğer muhafazakar Yahudi kurumları isterlerse eşcinsel haham kabul edebilir, eşcinsel nikahlar kıyabilirdi. Fakat buradaki nokta buna mecbur olmamalıdır, kendi seçimleridir. Diyalog konusunda da açık fikirli oldukları, iş birliği sağladıkları, ılımlı yapıda oldukları aşikardır.
Reform Yahudilik ve Yeniden Yapılandırmacı Yahudilik ise birçok konuda en liberal, en rahat olan gruplardır. Aralarındaki küçük bir inanç farkından dolayı pek farkları yoktur.
C) Yeniden Yapılandırmacı Yahudilik: 1920’lerde Haham Mordehay Kaplan öncülüğünde başlatılmıştır. Yahudiliğin tanrısal bir özü olduğu kabul edilmez. Vaktinde İbranilerin tanrı arayışından dolayı yazdıkları metinler olarak kabul edilir, sadece atalarının geleneği olduğu için bu geleneği yaşatmak için Yahudilik kullanılır. Bunun yanısıra Yeniden Yapılandırmacı Yahudiler de oldukça liberal ve diyaloga açıklardır zira onlar için Yahudiler seçilmiş bir millet olmayıp, diğer milletler gibidir. Diğer bir tabir ile “Deist Yahudilik” demek isabetli olur.
D) Reform Yahudilik: Liberallik ve açıklık konusunda Yeniden Yapılandırmacı Yahudilik ile aynı olsa da Reform ilahiyatı Yahudiliği Ilahi bir din olarak kabul etmektedir ve tarihi neredeyse 100 yıl kadar daha geriye gitmektedir. Breslau Konferansı ile 1845 senesinde kadın-erkek eşitliğinin temelleri atılmıştır. 1918’de Lily Montagu bir sinagogda vaaz veren ilk kadın olmuş, 1935 yılında da Regina Jones “Rabbi” yani haham sıfatını alan ilk kadın olmuştur.
Ortodoks Yahudilikte adetli kadının 2 hafta boyunca evine hapis olunduğu, erkeğin eline bile değmediği, Ortodoks erkeklerin her sabah “Tanrım beni iyi ki kadın olarak yaratmadın” şeklinde dua ettiği düşünülürse bunlar çok büyük bir adımdı. 1980ler’in sonuna doğru liberal kiliselerden bile önce eşcinsellerin de haham olmasının önü açılmış, 2000’e gelmeden gay-lezbiyen evlilikleri de yasal kılınmıştı. Tevrat’a göre her ne kadar eşcinselliğin cezası recm edilme olsa da zamanın ruhuyla hareket eden Reform ve Yeniden Yapılandırmacı Yahudilik akımlarında dinin ve kutsal metinlerin yerini zamanın normları alarak daha öne geçmiştir. Hristiyanlarla diyalogları ve birbirlerini tanımaları konusunda herhangi bir sorun görülmemektedir.
Örnek olarak Kuzey Dakota’nın Fargo şehrinde bulunan Aziz Markos Luteryen Kilisesi cemaati kilise bulamayınca Beth El Sinagogu’nda ibadete başlamışlar ve birbirleriyle ciddi bir diyalog geliştirmişler. Reform Beth El Sinagogu Hahamı Janeen Kobrinsky Hanım ve Luteryen papaz Joe Larson Bey’in dini manada yürüttükleri işbirliği insani ilişkileri geçerek dinlerini onaylama noktasına kadar varmıştır. Union for Reform Judaism isimli kuruluşun da sıklıkla diğer mezheplerden Hristiyanlarla bir araya geldiği bilinmektedir. Siyonist mantaliteye sahip oldukları ve LGBT desteklediklerinden dolayı Müslümanlar’ın halk tabanıyla iletişim kurmaları pek olası değil.
Reform Yahudilik bir fark yaratır mı diye düşünecek olursak Yahudi toplumu içerisinde ciddi bir sosyolojik değişime sebebiyet vermektedir. 8 milyonluk Amerika Yahudi nüfusunun neredeyse %35’i kendisini Reform Yahudi olarak tanımlarken %2’si de Yeniden Yapılandırmacı Yahudi olarak tanımlamaktadır. Bunlar ciddi oranlar olmakla birlikte neredeyse Yahudi toplumunun yarıya yakınına tekabül etmektedir. Yahudiliğin hiyerarşik tabakayla halk tabanından gelen destekle liberalleşip uzun vadede daha diyalogçuluğa kayacağının, dinsel özünden koparak dünyasal bir diyalog mekanizmasına dönüşeceğinin nişanelerini görmüş olduk.
İSLAM
İslam tarihine aşina olduğumuz için tarihine inmekten imtina edeceğim lakin fikir edinmek açısından birkaç yere değinilebilir. İslam, Hazreti Muhammed’in bıraktığı şekilde kalmış ve itinayla korunmuştur. En küçük emirler bile aksatılmadan yerine getirilmiştir. Namaz, oruç, zekât dendiği zaman hemen hemen her şey fıkıhta net ve yazılıdır. Kuran ilk dönemdekiyle tamamen aynıdır. Yahudiliğe bakarsak milattan sonra yazılan Tevrat Mazoretik metinler kaynaklıyken, milattan önce Yunanca’ya çevrilmiş ve aslı yanan Septuaginta isimli Tevrat, diğerinden %30 farklıdır.
Hristiyan inancındaki ameli tefrikanın yanında mezheplerin bile kitapları farklıdır. Protestan İncili’nde topam 66 bölüm bulunurken Katolik İncil’i 73 kitaptır. Doğu Ortodoks 81 bölümken Etiyopya Ortodoks İncil’i 84 bölümdür. Böyle birçok konuya kıyasla İslam olduğu gibi korunmayı başarmış, bugüne kadar sağlam bir şekilde gelmiştir. İslam’da hiçbir şekilde halk tabanında ne de ulema nazarında yerini bulamayan ılımlılaşma ve liberalleşme Batı destekli bazı organizasyonlar tarafından kullanılmaya ve provakasyon maksatlı desteklenmeye başlandı. Muslims for Progressive Values isimli Amerika merkezli kuruluş dinler arası diyaloğu desteklemekte, eşcinsel ve trans bireylerin de camiiye gelebilmesini, hatta birlikte ibadet edebilmesini kabul ettirmek için uğraşmakatadır. 2013 senesinde Washington’da Daayiee Abdullah isimli imam Amerikanın ilk “gay imamı” seçilmişti.
Benzer şekilde 2022 senesinde kadın-erkeğin birlikte ibadet ettiği, LGBT bayrağı asarak tamamen İslam dışı hareket eden İbn Rüşd Goethe isimli camii olduğunu iddia edilen bina da Almanya’da radikal çevreler tarafından tutulmaktadır. Alman devletinden ve basınından aldığı destekle bilinmektedir. İbadethaneden ziyade kültürel bir evi andıran yapıda kadınlar tesettürsüz girebiliyor, erkeklerle yan yana oturabiliyor. Fethullah Gülen ve grubu zamanında Papa ile birlikte birçok din adamının bulunduğu bir konferansa katılmış, Vatikan misyonuyla ortak hareket etme kararı almıştı.
Dinler Arası Diyalog isimli fitneyi İslam’a sokarak dinimizi basit bir dünyevi ideolojiye indirgemek istediyse de kendi cemaati hariç halk tabanında tutunamadı. “Le ilahe illallah” kelimesi altında diğer dinleri tek çatı altına toplama misyonunu edinmişti ki işin aslında bakılırsa bu “Le İlehe İllallah” sözü de sadece Müslümanlığa mahsustur. Le ilehe(İlah yoktur), illallah(Allah vardır). Kelime-i Tevhid’in manasına bakılırsa Allah kavramı sadece İslam’a mahsustur bu yüzden bu kelimeyi söyleyenler de ancak Müslümanlar olabilir.
İslam davasının çıkışı ve savunduğu ilke Allah’ın olup olmaması değildi. Allah’tan başka sığınılacak makamın olmamasıydı. Bu bağlamda ele alınırsa hak din olarak gelen İslam’ın herhangi bir diyaloğa ihtiyacı olmadığını aşikardır. İslam’da “Tebliğ” mevcuttur; Rabbani hareket vardır. Peygamberin tebliğ yöntemi tatbik edilir. İslam ne halk tabanında ne de ulema sınıfında en küçük bir değişimi kabul etmediği gibi Ortodoks Yahudilikten farklı olarak ilahi özü ve kitabı korunmuş olduğundan dolayı diyalogçuluk, liberalizm, LGBT gibi konularda ılımlı hale bürünmesi söz konusu değildir.
DİYALOĞUN GELECEĞİ
Dinler arası diyalog ve iletişim gelecek vaat ediyor mu? Pek mümkün gözükmemekte zira din mensuplarını diyaloga iten dinin özü değil, makaledeki gibi zamanın değişimi, liberalleşme ve dinlerin kendi özlerinden verilen tavizlerdir. Bir kurum zamana ne kadar kapılır, liberal değerleri benimserse diyaloğa ve diğer dinleri de onaylamaya o kadar meyilli olur. Bir bakıma kökü bozulmuş dini kurumlar dinler arası diyaloga yatkındır diyebiliriz. Bunun tersi de mümkündür.
Her konuda itikadı sağlam bir dini grup, diyalog ve etkileşim aktivitelerine başlarsa yakında ihtilaflar, bozulmalar, teolojisinden tavizler vererek liberalleşme başlar. Sonra bakarsınız kadınların da din adamı olma konusu açılmış, ardından kadınlar olduğuna göre eşcinsellerin neden din adamı olamadıkları sorgulanır. Bunlar da tamamlanınca son olarak erkek-kadın nikah kıyılıyorsa neden erkek-erkek veya kadın-kadın nikah kıyılmıyor şeklinde düşünceler boy gösterir ve dinin emirleri yerine zamanın değişimi, meclislerde geçen cinsel yönelim eşitlik yasalarıyla LGBT ajandaları gündemde yer kaplamaya başlar. 30-40 yıl sonra eşcinsel imamlar, papazlar ve hahamlar türer. Milyonlarca insanı etkisi altına alan açlığa, tacize, gelir eşitsizliğine ve kapitalizmin işçi sömürüsüne rağmen bu liberal enstitüler “Eşcinsellik, LGBT ve Eşitlik” masalları ile insanları kandırmaya, bir nevi afyon görevi görmeye devam eder.
Gelinecek tek nokta maalesef budur. Vaat edilen gelecek geleceksizliktir. Amerika’da yüzbinlerce evsiz varken Starbucks’ta satılan kurabiyelerin erkek gibi görünmesinden yakınan kitleler meydana getirmektir. “Cinsiyetsiz kurabiyeler” çıkararak beyinleri liberalizmle uyuşmuş bireylerin de kapitalist döngüsünde yerini almalarını sağlamaktır.
Diyalogun gerçekçi olmamasının diğer bir sebebi de dinlerin birçoğunda tefrikaya varacak kadar ayrılıkların ve hizipleşmenin olmasıdır. İslam’da örneğin bir Sünni, Şii kardeşini aşağılayıcı bir üslupla “Rafizi” olarak tanımlar, İbn-i Teymiye gibi “Şiilerin Yahudiler’den daha kötü” olduğunu söyleyen alim müsveddelerini baş tacı eder, İran’ın gizliden gizliye İsrail ile çalıştığı iftirasını atar ise öncelik ehl-i kıble din kardeşlerimizle iletişim kurup düşmanlığı bitirmektir. Eski Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, arada İran’a gidip oradaki Şii Müslümanlar ile dostane ilişkiler kurduğu zamanlar Cübbeli Ahmet olmak üzere birçok tarikatçının hedefi oluyordu. Bundan dolayı kendi dinamiklerimizi oturtmak ve İslam birliğini sağlayabilmek baş hedef olmalıdır. Hristiyanlıktaki hizipleşmeden bahsetmeyeceğim bile, 33.000 tane sadece Protestanlığın içinde mezhep bulunuyor.
Bununla birlikte karşı dini onaylamaya kadar giden bir diyalog her din mensubunun kendi dinine duymuş olduğu saygıyı düşürdüğü gibi ibadette ihlası yok eder. Sadece İslam için değil diğer tüm diğer dinler için de geçerlidir. Nasıl ki İslam’da Kur’an-ı Kerim’in en küçük bir emrini inkâr eden kafir oluyorsa Yahudilik inancında da Yahudi olmayanlar ikinci sınıf görülmektedir. Hristiyan teolojisinde ise Yuhanna 3:16 baz alınır ve sadece İsa’yı kabul edenlerin kurtulabileceği yazılıdır.
Diyalog kurulmak isteniyorsa bu dünya barışını teşvik edecek, açlığı azami düzeye indirgeyecek birtakım icraatlar içermelidir. Din, yumuşak bir kuvvettir. Ayrı din sahiplerini ancak dua etmeye yönlendirir. Diyalog çatısı altında sembolik olarak bir araya gelmenin o yüzden hiçbir manası yoktur. Ancak din kardeşleri bir araya gelirse birbirlerine yardımcı olur, bağışlarda bulunurlar. Dinler arası diyalog kavramının herhangi bir eşitlik veya dünyaya katkı sağlayacağı o yüzden oldukça temelsizdir. Ütopyadır. Dünyayı tek bir çatı altında birleştirmek isteyen, kültürleri dejenere etmeye çalışan birtakım küreselci güçlerin ekmeğine yağ sürerek küreselleşme sürecinin hızlanmasının önüne bu gibi akımlarla mücadele ederek geçilebilir.