Gazeteleri kurcalıyorum… Deprem binaları un ufak etmiş, gidilemeyen köylerimiz var, ay ışığı misali gözleri gülen güzel çocuklarımız enkaz altında can veriyor. Kendime soruyorum sonra, neden?
Tekrar göz atıyorum, binaların zemin etüdü yapılmamış, diğer binanın kolonu taşla doldurulduğu halde az hasarlı raporu verilmiş, başka bir bina da yönetmeliğe aykırı olduğu halde çıkarılan imar afları yüzünden moloz yığınına dönmüş… Gece gündüz düşündüm, en son İbrahim Kahveci hocanın Hayat Koca bir yalanmış köşe yazısına gözüm ilişti. TÜİK‘in COVİD-19 sebebiyle ölenlerin sayısını 130.000 kişi civarı eksik gösterdiğini, ölümleri solunum yolu hastalıkları vb. olarak dağıtıp itibar korumaya çalıştıklarını ayrıntısıyla anlatıyordu.
Beynimin kıvrımlarını hissediyorum, göz kapaklarımın üzeri sinirden titriyor… Soruyorum, neden? Benim ülkemde neden böyle durumlar takip edil(e)miyor? Gerçek dışı istatistiklerle neden manipüle edilebiliyoruz? Neden müteahhitleri oy almak için baş tacı edenler, af çıkaranlar, depremden sonra sorumluluğu üzerinden atmak için hemen müteahhit tutuklama emri verdiriyorlar? Sistemimiz Avrupa veya Japonya’daki gibi neden kendi kendini idare edemiyor? Bir hata anında neden suçu herkes birbirine atıyor? Adem’le Havva da yakalanınca birbirlerini suçladılar Tevrat’a göre. Biri hatasını kabul etse olay bitecekti, fakat ikisi de üzerinden suç atmaya çalıştığı için cennetten çift olarak atıldılar. Allah aşkına, ilk insandan bu yana 1 arpa boyu yol alamadık mı?
Sebebini kendimce tahmin ettim; cezasızlık kültürü ve şeffaf insan modeli… Cezasızlık kültürü, yeteri kadar cezaların uygulanmaması, caydırıcı bir süs kalması ülkemizin başındaki en büyük felakettir. Kültür lafını mazur görün, sorun demek isterdim fakat bir haberde gördüm ve kültür kelimesinin daha doğru olduğunu kanaatine vardım zira kronikleşmiş bir durum olarak Türk toplumunun her katmanına sirayet etmiş.
Yıllar önce arabayla Kilyos yolunda gezerken polis ehliyet ve ruhsat sordu, her şey tamamdı. Ardından arkadaşımla bana “Gençler emniyet kemerinizi takmamışsınız, takar mısınız?” şeklinde konuştuktan sonra gitmemize izin verdi. Sonra biz birkaç yıl takmadık tabii… Orada birkaç bin lira ceza yeseydik aklımız başımıza gelecekti. ABD’de olsa o an ceza kesmişlerdi. Sene 2012’de New Haven şehrini ziyaret ettim, kaldırım kenarlarına park edilen tüm arabaların yanında parkmetre var, oradan fiş alıp ödüyorlar.
Amerikalı dostuma “Ne medeni insanlar, bizde olsa ödemeden giderler!” diye söylenirken bana cevap olarak cezaların çok ağır olduğunu anlattı. Sıkıyorsa ödemesinler… Gürcistan keza öyle, 10 sene önceye kadar 5 dolar için adam kaçırılan Batum, bir anda yatırım merkezi oldu ve mafyanın kol gezdiği o rüşvet cumhuriyetinde şu an suç oranı sıfır. Sebebi, her memurun yakasına takılan ses-görüntü kayıt cihazları ve rüşvetçi memurlara karşı ihbar hatları. Bitmedi, birine el ucuyla vurmanın birkaç ay hapis ve 8.000 dolara yakın da para cezası bulunuyor. Bu tarz mikro cezalar, kıvılcım misali her yeri tutuşturacak güce sahiptir. Türkiye’ye de ceza kültürü getirilip katı bir şekilde uygulansa inanın 5 senede bile 1 asır ileri gidilir.
Peki bu kültürü neden oturtamıyoruz?
Şeffaf insan modeli demiştim, ondan dolayı… Konulduğu kaba göre her dönem şekil alan ve toplumun her köşesine sızan şeffaf insanlar… Hukukun üstünlüğü ve kanunların bağlayıcılığını değil de idol gördüğü heyet başkanını esas alan ve ona benzemeye çalışan şeffaflar… En basiti, bir heyetin önderi Salvador Dali bıyığı bıraktı, ülkenin yüzde 30 kısmı bir anda Dali bıyığına geçti sorgulamadan.
Diğer heyet önderi, İngiliz İstihbaratı MI6‘e(İngilizce okunuşu emaysix) “me on altı” diye hitap ediyor diye diğer binlerce şeffaf heyet üyesi de papağan misali doğrusunu değil de “me on altı”yı kullanıyor. Mesela bu “me on altı” heyeti iktidar oldu ve aynı heyetten binlerce şeffaf müteahhit oldu, onlarca bakan aynı heyetten çıktı… Hata yaptıklarında sizce ceza yasasını uygulayabilecekler mi? Sanmam, zira “me on altıcı” şeffaflar, şahsın dudakları arasında titreşen kelimenin, başkanın kişisel tercihi olduğunu unutup kelimelerini bile taklit edip prototipleşiyorlar. Dudak bükümü ve ses titreşiminden ibaret olan ve yanlış telaffuz edilen basit bir sözü bile ağzına pelesenk yapan bir güruh ileride sistemi nasıl korur? “Me on altı” diyen lidere hüsnü zan eden bir şeffaf hakim, olası bir suç gerektiren durumda, ceza kanununu değil de yanlış telaffuzunu ağzına sakız yapacak kadar ulu gördüğü liderini üstün tutacak, “me on altı” sözüyle öten şeffaf müteahhit kardeşini savunacak.
Kenan Evren de ayrı örnek, darbe yaptıktan sonra herkes önünde el pençeydi. Tabloları milyonlarca liraya satıldı, her yerlerde baş köşeye kondu. Görevi bitti ve o tablolar 5 liradan alıcı bile bulamadı hacizde. Onu öven, güç nerede oraya, gücü kanundan üstün gören şeffaf bireyler yeni önder için klonlanıyordu çünkü.
Evren’in devrinden sonra da S.Demirel Bey’in şapkasını 20.000 dolara satın alan, Turgut Özal’ın en büyük yağcısı benim diyen, dün rakı içip de neo-liberal ekonomik teşviklerden yararlanmak için bir gecede Nakşibendi olan klonlar yetişecekti. Onlara programlamaları gerekiyordu kendilerini. Özal’ın “Benim memurum işini bilir” cümlesine mazhar olup rüşvete cezasız devam etmek varken Kenan Evren’in tablolarıyla neden zaman kaybetsinler değil mi? Yeni heyet, yeni idare, şeklini alacakları yeni kalıplar… Kümülatif olarak ilerleyeceğimiz yerde ideolojik klonlanma ile yıl atlıyoruz sadece. Dikkat ediniz, siyaset yapmıyorum ki işim de değil. Sadece onlarca yıldır içinde yaşadığımız toplumun içine sızan şeffafların cezasızlık kültürünü türettiğini, bu cezasızlığın da siyasi ve sosyal olarak her tabanı işgal edip sorunlara sebep olduğunu görüyoruz.
Nasıl aşacağız? Şeffaf değil de kendi yolunu çizebilen, cezalara riayet etmeyi ve ettirmeyi bilen bireyler nasıl yaratacağız? Klasik müfredatın yanında öğretilmesi gereken, kanunun kutsallığı ve çocuğa kendi duruşunun kazandırılmasıdır. Kendi çizgisini çizebilen, gündemi birkaç kaynak dinleyerek analiz edebilen bireylerin temelini çocukluktan verip bir nevi ruhani zemin etüdü atarsak sarsılmaz ve kendi yörüngelerinde seyreden bireyler yetiştiririz.
Bireysel olarak şiir, hitap ezberletme vb. gibi psikolojik vandalizm uygulamadan özgün ve çizgi sahibi olmayı öğretseydik çocuklara, ceza kültürünü özümsemiş ve uygulayan medeni bireyler yetişecekti; heyet başkanı kim olursa olsun onun koyduğu kabın şeklini almayı reddeden, yeşil ortamdaysa yeşil renge bürünmeyen, sağlam yere basan, kendi mülahazalarını esas alıp onlarla hareket eden bireyler olacaktı.
Kendi hudutunu çizen bireyler tarafımızca heyetlere önder seçilecek, oy devşirmek için binalar yıkılınca müteahhit avına başlayan bir heyet değil de başa gelir gelmez cezaların uygulanmasını vurgulayan, insan hayatını ve refahını korumak için halk tarafından vazifelendirildiklerinin idrakıyla iş gören tevazu sahibi bireyler yetişecekti. Tutuklamaları iş işten geçtikten sonra değil de bir görev olarak yerine vaktinde getiren insanlarımız olacaktı, hatta buna bile gerek kalmadan yapı sağlamlık kontrolü yapılıp müteahhite ceza yıllar önce kesilecekti.
Daha da geri gideyim, beton satan firmaya gidip denetim yapılacak, düşük kaliteli betonu yüksek kalite etiketiyle satılıyor ise daha beton müteahhite ulaşmadan firma kapatılacaktı… Yani kirleri halının altına süpürüp alerjik astım olduktan sonra temizlik yapan bir ev halkı değil de günlük temizleyip evi havalandıran bir halk olabilirdik.
Şeffaf birey anlayışından kurtulursak eğer cezalar, son an oy alma sığınağı olmaktan ziyade halkçılığın ve millete ziyanı dokununlara karşı mücadelenin bir gereği olarak kabul görür… Hudutlarını çizebilen bireyler için el ele verelim o zaman!