Yaşam hakkının kıyısında… İnsanların sadece kendi varlığını tanıdığı ve devam ettirmek istediği dünyamızda buna sebep katliamlara sıklıkla rastlamak hatta sadece bu başlık adı altında bir tarihten de bahsetmek mümkün.
Öyle ki bu tarih içeriği bile sadece insan ırkına dahil olanları kapsayacak şekilde kabul görmüştür. İnsanın ayakta kalmak adına geliştirdiği bu narsist güdü halen daha kendini tüm şiddeti ve hiddeti ile sorgusuz sualsiz kimi zamanda sevgisiz devam ettiriyor.
Son zamanlarda çokça tartışılan daha doğrusu dayatılan “KATLİAM YASASI” insanlığın bu tarafını yine en acı şekilde ortaya koyuyor. Kendini tüm canlılardan üstün gören ve bunu genellikle inanç merkezi üzerinden yücelten insan, yaşamı alan ve verenin Tanrı olduğunu unutmuş gibi davranıyor olsa da tüm hayvanların ayetler de ümmet sayıldığını (Enam 6/38; Araf 7/38; Bakara 2/213) öğrenmeli. Genel savını inançsal hiyerarşi varmış gibi yapan kitle anlamalı ki böyle bir yapısallık İslamiyet için de mevcut değildir.
Hz. Muhammed, Uhud seferinde, ordunun önüne yavrularını emziren bir kedi çıkınca, kedinin başına ezilmemesi için bir nöbetçi dikip koca bir orduyu o kedinin etrafından dolaştırmış. Ve seferden döndüğünde o nöbetçiden kediyi istemiş ve sahiplenerek adını Müezza koymuş. Daha sonra sahiplendiği bu kedinin içtiği sudan abdest alacak kadar kendini diğer canlılarla denk gördü. (Hz. Muhammed, kedisi Müezza içtikten sonra kapta kalan su ile abdest alacakken Sahabe-i Kiram Ebu Nuaym “Ya Resul o sudan kedi içti” deyince, Resulullah “Onlar en temiz ağıza sahiptirler.” buyurmuş ve abdest almıştır.)
Savunu başlıklarından birisi olarak her konuşma içeriğinde dünyanın insanlar için yaratıldığını, burada ki nimetlerin bizlerin varlığı için dünyaya getirildiğini söyleyen sözde büyük alimler özde ise katliam sevici kitle ne zaman yaşatmaktan yana olacak bilinmez ancak hayvanlara yapılan bu eziyet zincirinin katlanarak devam edeceği anlaşılıyor. Bunu biraz daha anlamak için geçmişe hatta çok geçmişe bir bakalım.
Bundan 114 yıl önce; Tarih 3. Haziran.1910, Fransa’da hayvanlara karşı, kozmetik deneylerinde kullanılmaları sonucu adeta bir soykırım gerçekleştirilmiş. Evet, yanlış okumadınız bir soykırım. Deneyler de öyle bir hayvan kullanım sayısına çıkılmış ki Avrupa’da hayvan kalmadığı için Fransa, ithal etmek için Osmanlı’nın kapısını çalmış. O dönem halk arasında hayvanların özel bir yeri olması ve bakılmaları sebebi ile sayıları çokça olan bu canlıları Osmanlı yetkilileri toplayarak Fransa’ya satma telaşına düşmüşler. Bu uğurda tam 80.000 köpek toplanmış. Bu köpekleri belli bir yerde satış zamanına kadar tutan yetkililer böyle bir satışın olmayacağını öncesinde talepte bulunan Fransa’dan haber gelmeyince anladıkları noktada, bu CAN’ları “Sivri ada” ya götürüp kaderlerine terk ediyorlar. Bir yıl için de açlıktan susuzluktan 80.000 köpek ölüyor. Oruç tutanların çok iyi anlayacağı bu hissi bu canlılar sevap işlemek ya da dünyaya karşı empati geliştirmek için değil, buna terkedildikleri için yaşıyorlar. Hala olduğu gibi…
Bugün hala sadece köpek saldırı ile ilgilenen ve bu saldırılar sonucu yaşanan hayat kayıpları üstünden ölüm seviciliği yapan tayfa bu hayvanların deprem döneminde yaptıklarını görmeye de bu kadar hevesli olsa diyemeden geçemiyor insan. Enkaz araması yaparken ayakları yara içinde kalan Köpük’ü, arama kurtarma da 12 kişinin hayatını kurtaran Sıla’yı, yine 14 kişinin hayatını kurtaran Paşa ve Paz’ı, Meksika’dan ülkemize hayat kurtarmak için gelip çalışmalar sırasında hayatını kaybeden Proteo’yu ve sahibini enkaz başında hiçbir yere ayrılmadan bekleyen Bozo’yu kimse hatırlamıyor ya da hatırlamak istemiyor.
Onlar bizi en çaresiz anımızda yaşatmaya çalışırken biz umut ve çözüm adı altında onları yok etme derdindeyiz. Öyle ki; alt metninin ne olduğuna bile bakılmadan, insanın yok etme serüveninin yanına bile yaklaşamayacak, hayvan saldırı sayılarına bakıyoruz. Yaşamın kıyısında insan eliyle arafta bırakılmış bu hayatlara bir bakalım, ne dersiniz?
Her gün, gece ve gündüz sokakta olduğunuzu hatta bunun içine doğduğunuzu düşünün. Gözünüzü açtığınız andan itibaren geldiğiniz yeri kavrayacak üstün bir bilince sahip değilsiniz, her gün karnınız doymuyor, susuz geçirdiğiniz anların sayısı bile belli değil, bunun üstüne bağırılıyor, fiziksel şiddet uygulanıyor, işkence görüyorsunuz hatta tecavüze uğruyorsunuz. Hayatınızın bu sarmaldan oluşmasını okurken bile korku ve öfke duygusunu size yüklenirken hayatınızın gerçeği bu olsa, dürtüsellikle donatılmış bilincinizle ne hale gelirdiniz? Ayırt etme gücünüz kalır mıydı? Yavrunuzu korumak ya da kendinizi korumak için saldırmaktan başka çareniz kalmasa ne yapardınız? Ortada hiçbir şey yokken bile aşırı maruz kalınmışlıkların paranoyası size neler yaptırırdı?
Tüm bu saldırıların en iğrenç ve en akıl almazlarını yaşayan da yaşatan da olan “İnsan”nın, her ay her yıl ortalama gerçekleştirdiği cinayet, saldırı, gasp, tecavüz gibi suç örneklerine bakıldığında bahsi geçen bu saldırıların yanında yaptıklarının ne kadar fazla olduğunu görmek için mikroskop ile bakmak gerekli değil. Peki, çocuğa, kadına, erkeğe, yaşlıya yani insanın, insana işlediği bu suçlar karşında ödediği bedel ya da çektiği ceza aynı mı? Bir insan bir insanı öldürdüğün de tüm insanlığı öldürmek akılla açıklanabilir mi? Çözüm mü? Peki, bizler tarafından gasp edilmiş doğalarında yaşamaya çalışırken dengeleri bozulduğu için saldırganlaşan bu canları öldürmek çok mu hakkaniyetli?
Kısacası insan kendi ikiyüzlülüğün de neyi bulma telaşında? Üstünlüğünü mü? Uyutmak için kullanılacak ve kısırlaştırmaya göre daha maliyetli olan bu ölüm iksirlerini getirme ve dağıtma ihalelerinin mi? Öz değersizliği ve sevgisizliğini kapatma isteği mi? Ortada binlerce ses çıkarılması gereken sapkın ve sapık örnekler varken çıkarmadığı sesin vicdanının çığırtkanlığını burada mı yapıyor?
Bu soruların hepsi cevapsız olsa da tek bir cevap var ortada inkar edilemeyecek gerçekliği ile;
YAŞAM HAKKI !