Kalktı. Mezar taşının yanına gitti. Elinde tuttuğu bir demet papatyayı toprağa koydu. Annesinin mezarına her gelişinde bir demet papatya getirirdi. Îşaret parmağını, annesinin mezar taşına kazınmış isminin harfleri üzerine gezdirdi.
Oradan, alttaki rakamları indi. “9”un üstünde biriken tozları temizledi. Defterini açtı. Yavaşça, özenle,” Seni seviyorum” diye yazdı. Ben konuşsaydım, size konuşmanın nasıl bir şey olduğunu anlatırdım. Ben konuşmayı hep bir şeylere benzetirim. Konuşmak, pazar sabahı altı buçukta uyandıktan sonra, o günü Pazartesi sandığınız için kalkıp okula gitmeye hazırlanırken, tatil olduğunu fark edip tekrar uyumaya benzer.
Konuşmak, yolda giderken bir köpeğin sizi çok sevip peşinize takılmasına benzer. Konuşmak, çayınız çok sıcak diye annenizin birazını döküp üstüne soğuk su eklemesine benzer. Konuşmak, çok sevdiğiniz bir şeyi, tokanızı ya da terliğinizi ya da kalem kutunuzu bir türlü bulamadıktan sonra, onu kaybettiğinizi düşünmeye başladığınız sırada, koltuğun altında görmeye benzer. Konuşmak, bir bebeğin eliyle parmağınızı tutmasına benzer.
Konuşmak, çilek reçeline benzer. Ben konuşsaydım, bunları anlatırdım size. Böylece, konuşmanın neye benzediğini anlardınız belki. Ben konuşsaydım, ağzımdan çıkan her şeye dikkat ederdim. Çünkü konuşmanın ne kadar değerli olduğunu bilirdim. Ben konuşsaydım, kendimi anlatmaya çalışırdım. Beni anlamanızı isterdim. Ama bu imkansız, değil mi? “Ben konuşsaydım susardım. “Saflıkla bilgeliğin, hüzünle korkunun, hayatla ölümün buluştuğu bir kitap Anne, tut elimi.”