Gençlik yıllarında ünlü ve yakışıklı genç kızların sevgilisi Tolga Savacı’yı kaybettik. Mekanı cennet olsun.
Bu haberi okuyunca bu dünyada misafir olduğumuzu hatırladım.
İnsanlar ölümü ne kadar da az düşünür. Âdeta bir düşünmeme sanatı geliştirmiş ve böylece gerçekleri unutmanın yolunu bulmuş insan. Oysa ölüm, derin düşünmeyi ve dengeli yaşamayı sağlar.
Her nefis ölümü tadacak iken ölümü konuşmayarak, düşünmeyerek ölümden kaçılabilir mi? Ölüm insanın, hayatını sorgulaması yönünde bir hatırlatmadır. Düşünmediğinde ise dünya hayatına ve geçici süslerine hırsla bağlanır, bencilleşir.
“…İnsan zayıf olarak yaratılmıştır.” Allah, kadına da, erkeğe de acizlikler vermiştir. Bu özel yaratılış, insanın, dünyadaki her şeyin geçici olduğunun farkına varabilmesi içindir. Her gün defalarca aczini ve zavallılığını görür insan ama büyüklenir, gururlanır, enaniyet yapar. Nefsi bu kadar azgın insanı Allah, “çok zalim, çok cahildir” ifadesiyle tarif eder.
Ölüm, yalnızca dünya hayatımızdaki imtihanın sonudur. İnsan dünyaya gelir, çocukluk safhasını yaşar, gelişir. Orta yaş, ihtiyarlık derken, zaman da hızla ölüme doğru akmaya devam eder. Genellikle hastalık ya da yaşlılık sonucu ölümün geleceğini zannederiz. Ancak Allah, genç ve sağlıklıyken, ayaktayken, konuşurken ya da en eğlendiği anda da aniden insanın canını alabilir. Uzun bir sürece, yaşlanmaya ya da hastalanmaya ihtiyaç yoktur.
Ömür çok hızlı geçer. İstisnasız her insanın, ölüm gerçeğini görüp kabul edeceği bir an olacaktır. En sağlıklı, en gösterişli insan bile bir gün karanlık toprağın altına girer. Orada ise ölümü unutan, yaşamı boyunca büyüklenen, hep “ben”, “ben” diyen kişinin, dünyadaki azgınlığından, kibrinden eser yoktur.
Ahirette inkârcıların, yapıp ettikleriyle yüzleşme anı oldukça zorludur. Allah’ın sınırları içinde yaşamak yerine bencil tutkularını tatmin amacıyla yaşayan, Allah’ın değil, insanların rızasını gözeten kişileri oldukça zor bir hesap bekler.
İnsanın, sorgulanma anı yaşanacakları düşünüp de korku hissetmemesi mümkün değildir. Ancak bu korku yalnızca inanan insanlara has bir korkudur. Çünkü o anın gerçekliğine kesin bilgiyle iman edenler, yine müminlerdir.
İnsanın ahirette karşılaştığı zorlu durum, yapıp ettiklerinin her anının kaydedildiğini düşünmemesi ve Rabbi huzurunda sorgulanacağından gaflette yaşaması nedeniyledir. Ölüm gerçeğine, ahiretin varlığına ve hesap gününe kesin bilgiyle iman etmemesi nedeniyledir ki insan, Allah’ın sınırlarını rahatça ihlâl ederek yaşar. İnkârcılar, hiçbir şeyin Allah’ın hoşnutluğunu kazanmaktan ve O’nun azabından sakınmaktan daha önemli olmadığını o an kavrarlar. Bu sebeple ölüm, inanmayanlar için büyük bir şok, büyük bir beladır.
Yaşımız kaç olursa olsun, hepimiz ölüme aynı yakınlıktayız. İnsanların bir taraftan ölürken, diğer taraftan yenilerinin dünyaya geliyor olması bizi gaflete düşürmemeli. Hiç doğan olmasaydı, sürekli ölümlere şahit olsaydık ve çevremizdeki insanların sayısı gittikçe azalsaydı, nasıl panik olurduk. İşte bu ruh haliyle yaşayalım, ölümü sıkça düşünelim. Geriye dönüp baktığımızda, yaşadığımız yılların ne kadar da çabuk geçtiğini düşünürüz. Yaşayacağımız yıllar da aynı hızla geçecek unutmayalım. Ki yavaş da geçse ölüm sonunda bizi bulacak…
Ölüm, inananlar için Rabbine kavuşma yönünde büyük bir nimettir. Ölüm görünüşte yokluk gibi görünür ancak ölüm diriliktir, sonsuzluktur.
“Ölüm yaradılmışın Yaradan’a kavuşmasıdır… Can gitse de korkma başka bir candır ölüm.” Mevlâna.
Ben ölümü ilk kez bin dokuz yüz doksan dört senesinin nisan ayında tanıdı, pazar günü akşamüzeri…Bir yıl önce aynı tarihte Anadolu lisesine kayıt olmasını sağlayan şişman cumhurbaşkanı hayata gözlerini yummuştu, hep öykülerini dinlediği saatlerce kırk beş derece sıcakta tek göz odada sıcaklığın tepedeki çatıdan içeriye aktığı odada geçmişi dinlediği ninemin ölümü ile…
Yedi yıl nişanlı kaldığı Mustafa’yı, işgale gelen Fransız askerlerinin koca şapkalarını, çarşı camisinin önündeki meydandaki zeytin ağacına asılan adamı ve ninesinin acı çeken adamın titreyen ayakları nasıl günlerce kabuslarında gördüğünü, kasabaya yüz yılda bir kez o derecede şiddetli yağan evlerin çatılarına yetişen “büyük kar” yağışını kangren olan parmağının kesiliş öyküsünü dinlediği anneanne bir hafta boyunca meydanda asılan ve can vermeden önce ayakları titreyen adam gibi titreyen ayakları ve açıp kapadığı ağzı ile iki yaşam arasında gidip gelmişti, konuşabildiği zamanlarda evine gitmek istediğini söylerdi, zaten evinde olduğunu anlatmaya çalışırdık ama evinin artık farklı bir yerde olduğu aşikardı.
Pazar günü akşam üzeri ileri geri hareket ettirdiği ayağı durdu ninemin, koşarak aktara vardığımda kına istediğimi söyleyince adam hemen “Allah rahmet eylesin” demişti merhumeye kına yakıldığını o zaman öğrendim, ölümün de aslında bir düğün olduğunu ve kadınların tertemiz ve kınalı olarak ebedi hayat arkadaşına gittiğini…