Sırtını dönüp gittiğinde bazen, işlememiş olmuyorsun koynundaki günahları.
Gözümüzü kapattığımızda kalbimize, aşık olduğumuz benliğin yerine koyamıyoruz cefakar aşığı. Susturamıyoruz yüreğimizden geçenleri. Bizler Hayal Kırgınlıklarımızı, Hayat Kırgınlılarına dönüştürüp, teselli bulamıyoruz dingin bedenlerden. O ukte hep kalıyor göğsümüzde, parmakla gösteriyoruz bizim olmayanı. Bizim olması için avucumuzu döküp Tanrı’ya, istiyoruz ebediyen. Ne olursa olsun istiyoruz.
Bahşeder mi ki Tanrı, evvelin gafur dudaklarına bu mahşer-i cümbüşü. Sineye çekemiyoruz, bize sunulan kalbi alıp yetinemiyoruz. Yaradılışından evvel kandırılmış bu bedeni, o yetim tok sevgiyle kandıramıyoruz. İçimizde yanan ateş niçin? Neden söndüremiyoruz? Bizlere doğarken bahşedilip de haram kılınan kalbi, kim yaraladı ise nasıl iyileşecek bilmiyoruz. Şifasını nasıl bulacağım bu acizlik içinde? Yetemezken bu zayıf tohum tanesi, yaralarımı kim saracak? Peki ya Tanrım, senin yarattığın bu yüreğin yaralayanını, niçin bahşetmezsin, yolunu bulamayan aciz kuluna? Cennetine ırmaklar, nehirler koyup kullarına bahşederken, niçin esirgersin bizden damlaları? Göz yaşlarımızı bize haram kılarken, ağlatanlardan niçin çıkarmazsın cefasını? Senin yolunu ararken kaybolanların ellerini tutarsın da, sevgiye aç kullarına bir tohum tanesinin bedenini, niçin yasaklı kılarsın? Bizler bu dünyaya cefa çekmekten başka, sevgiliyi arzulayıp elde edememekten başka, hak ettiğimiz sevgileri de alamamaya mı geldik?
Bizler bu çorak topraklarda, aşktan susuz kalıp, Cennet dergahlarında Tanrı’nın şarabından içip, hak ettiğimiz sevgililerin bedeniyle şereflendirilecek miyiz? Belki rüyamız bu, belki sadece bir masal. İnsan yolunu arar, çizer ve bulur. Belki bu yaralayan bir sevgili, belki de yaranın ta kendisi. Celladımı sevmekte benim acizliği olsun…