Ruhumdaki yaralar… Sabahın erken saatlerinde kirpiklerini kaybetmiş, korkunç bir kazaya maruz kalmış bir çocuğun çığlığıyla ağlıyorum, ruhun damarlarında bastırdığı her şeyi emeceğini düşünerek yüzümü yastığın altına saklıyorum.
Yeni yara izime parmak uçlarımla dokunuyorum, ne şefkatle ne de güvenle. Yok olması için okudum ama dallarımı kesip küle çevirmek için parmaklarımdan kalın bir balta yapıyorum.
Son ve ölüm birlikte!
İnatçı bir acıyla uyandım, çekmecelerde bana sarılacak bir gölge aradım. Aynalarda, derilerin kollarında, ışığın acılarının kollarında, her biri beni tekmeliyor, apaçık argümanlarla, sen çocuk değilsin!
Bu ne hüzün ey gönlüm!
Ve sen herkesin üzerine şefkat yağdıran beyaz bir bulutsun ve bir an için ona eşlik edecek kimseyi bulamıyorsun. Bütün bunlar dünya kıyısındaki yatay bir isyandan mı, yoksa odamın duvarına astığım kırılmam, yorulma, üzülmem sözünden mi?
Evet ağlıyorum ama şu anda gözyaşlarımı yastığın altına ya da beyaz kanatlarımın altına saklamaktan utanmıyorum, sesim ve ateşten şişmiş radyasyonumla herkesin önünde bir hiçlik oldum.
Bu ne hüzün ruhum, hangi harfler beni taşıyacak, ben zedelenmiş duyularla karışıp yokluğu çağırırken, bu gece, acımadan, merhametsizce, her zaman ümitsiz olan hakikatlerden uzak, uzlaşırken. Sen törenini tamamla ve beni gece gündüz dağıt, ben de seninle yanıyorum tamamla, resmini çizen bir çocuk gibi eğleniyorum bilinmeyenin frekansından yokluğa.
Yokluk, bu gece gel, kozmik gökyüzümü yağdır ve ağzından çiy kokulu ismim çıksın. Lanet olsun, iddialarımı suların yüzüne çiziyormuşum gibi, kimse görmedi, kimse görmedi, kederim ben seninim, senin karın kendim, ne istersen yala, hislerimden arta kalanları yala, düzelt. Sadece adımın yolunu tutarım ve sonunu bekleyen kapıda cılız ışık kelebeğinin özellikleriyle vedamı süsler..