Öğretmenlik anıları.. Pierre de Fermat tarafından çözümsüz olduğu ancak ikiyüz yıl sonra bir Amerikalı tarafından ispatlanan denklemi sorduklarını anımsıyorum.
Bu denklemi çözmek için dakikalarca uğraşacağımı sanmışlardı ancak denklemin aşikar çözümden başka çözümünün olmadığını belirttim, itiraf edeyim yüksek lisans yapmanın tek faydası buydu, öğrenciler karşısında küçük duruma düşmemek, kırkbeş dakika boyunca gözlerini dört açıp en ufak bir hatanızı bile yakalamak için can kulağı ile sizi dinleyen en az yirmi kişiden oluşan sınıflarda attığınız her adımda dikkatli olmalıydınız.
İtiraf etmeliyim ki dersin başında gelen zor soruları çözmek için harcadığım zaman süresi arttıkça onlar için de arka sıralarda başka derslere çalışma yada sohbet etme süresi de artmaktaydı,bu nedenle sorularınızı ders aralarında sorun deyip konuya geçmeyi uygun buldum daha doğrusu bu tavsiye bana müdür yardımcısı tarafından yapılmıştı. Öğretmenlik mesleğimin son yıllarını geçirdiğim Fen lisesi oldukça sıcak bir güneydoğu şehrinde bulunduğundan ilk gözlemlerimde her öğrencinin tıpkı formül kitapçığı gibi cep kitabı şeklinde basılmış “Risaleler” ismindeki kitaptı, özellikle Saidi Nursi hemen hemen tüm öğrencilerin dolabında vardı, pansiyonda kalan öğrencilerin odaya halı serip kıble tarafında devamlı kullanıma hazır seccadesi ile odalarda terlikler, seccadeler, gül suyu şişeleri, aziyeler çoğunluktaydı.
Odalarda hep aynı isme sahip olan gazetelerin ücretli mi ücretsiz mi alındığını hala merak ederim, okul şehire yaklaşık on kilometre uzak olduğundan dış dünya ile olan tek bağımız bu gazete idi. Her sabah kalın motorunun iki heybesi ağzına kadar gazete ile dolu esmer ve şişman adamın yolunu gözlerdim, gazete okuyabilmek için aynı zamanda aylarca şehir içi çalışan minibüslerin okula kadar geleceği günü de sabırla beklemiştim. Bisiklete binmek komşularımız için çok komikti belki benimki kırmızı ve çocuk bisikleti gibi olduğundan olabilir, okul lojmanındaki komşularımız aynı okulda çalışan arkadaşlarımızdı, meslekdaşlarımla ilgili olarak hatırımda kalan en önemli anı hakim Mustafa Yücel ÖZBİLGİN’in türban kararına istinaden öldürüldüğü gün Fizik öğretmenin “Oh olsun”dediği gündür.
Alınan bu karar ile ölümü çoktan hak ettiğine dair düşüncelerini bizlerle paylaşmıştı, okulda birlikte çalıştığım mesai arkadaşlarım eşimle lojmanın merdivenlerinde karşılaştıkları zaman selam verip hal hatır sorarlardı, bende aynı şekilde onların eşlerini merdivenlerde görürsem selam vereceğimi sanıyordum ki bunun hiç bir zaman gerçek olmayacağını anladım. Ben okul çıkışı daireme çıkmak için merdivelerden çıkarken kapılar hızla kapanıyor, sohbet eden bayanlar sanki cüzzamlıymışım gibi hızla evlerine giriyorlardı.
Aylarca beklediğimiz şehir içi çalışan minibüslerin şöförleri, ikamet ettiğimiz bu şehirdeki tüm kadınlar gibi uzun pardösü yerine kot pantolan giyen eşimi dakikalarca izlerler ,biz de kendimizi turist gibi hissederdik, oysa benim doğup büyüdüğüm kasaba doksan dakikalık bir yolculukla ulaşılabilecek bir yerdeydi. Fen lisesi öğretmeni olmak için yaz tatilimi soru çözerek geçirmiştim,lojmanı uygun olan bu güneydoğu şehrinde hayatımın en zor iki yılını geçireceğimi bilseydim sanırım bu sınavı kazandığım için çok sevinmezdim.
Benim için bu okulda çalışmaya başlamak bir dönüm noktası oldu diyebilirim bu şehirde öğrendiğim en önemli bilgi yaşadığınız şehir ile dünya görüşünüzün uyuşması gerekir. Özgürlük konusunda verdiğiniz en küçük tavizler yeni tavizleri getirir ve siz bir an gelip de geriye dönüp baktığınızda artık dönüşü olmayan bir yola girdiğinizin farkına varırsınız. Garip olan şu ki zamanla ne kadar özgürllük yanlısı da olsanız farkında olmadan siz de baskıcı rejime uyum sağlamaya başlıyorsunuz ve kişisel görüşleriniz sık sık tahrip olmaya ve değişmeye başlıyor. Her sabah aynı gazeteyi okuyorsunuz, tartıştığınız her kişi aynı görüşlere sahip, etrafınızdaki tüm insanlar sanki klonlanmış gibi olunca artık sizin de özgünlüğünüz kayboluyor.
Bu sıcak vilayette geçirdiğim zor günler ilerisi için nasihat oldu aynı zamanda bana dokunmayan yılan bin yaşasın düşüncesinin ne kadar sakıncalı olduğunu da düşünmeye başladım, örneğin siz ülkenin en batısında yaşıyor olabilirsiniz ve sizden kilometrelerce uzakta bireysel özgürlükleri kısıtlanmış beyinlerine sabit fikirler enjekte edilen insanlar hızla çoğalıyorsa ve siz de bu duruma göz yummakta devam ediyorsanız ben iddia ediyorum ki bir zaman gelecek sizin kendinizi güvende hissettiğiniz şehiriniz de yavaş yavaş aynı kalıba girmeye başlayacak.
Bu aşamadan sonra atacağınız adımların hiç bir anlamı kalmayacak, yanlız sezarın hakı sezara mantığı ile yola çıkarsak ben bu derece mükemmel bir teşkilatlanma örneğine sadece o yıllarda tanık oldum,hepimizin bildiği sıra gecelerinde saz çalıp türkü söylemek yerine kırmızı kapaklı kalın ciltli Saidi Nursi kitapları açılıyor bir satır okunduktan sonra farklı meslek gruplarından insanlar bu cümleye çeşitli yorumlar getiriyordu.Üstadımız burda şunu demek istemiştir şeklinde başlayan cümlelerle fikirler beyan ediliyordu, kendimi doktora dersinde bir makale üzerinde tartışan bilim insanları topluluğun içinde gibi hissetmiştim.
Bununla birlikte kırmızı kapaklı kitaplar üzerinde tartışmak yerine neden Allah kelamı hakkında konuşulmuyordu bunu da anlamıyordum, sanki Allah kelamının yerini haşainsan kelamına bırakmışlardı.Uzun gece sohbetleri sadece belirli bir grup için geçerli değildi, vilayette başka gruplar vardı. Okulumuzda da her öğretmenin dahil olduğu bir cemaat vardı, ben her zaman okulları ülkemizin küçük bir prototipi olarak görürüm. Okul müdürü de başbakanın bir numunesidir bizim okul müdürümüz de amcasının ortaöğrenim genel müdürü olmasının etkisiyle gerekli hizmet süresini doldurmadan ve yöneticilik sınavını kazanmadan sıcak bir yaz gününde telefonla aranarak kendisine okul müdürü olduğu beyan edilmiş biriydi.
Odasına ilk girdiğimde sehapanın üstünde gördüğüm bilim dergileri cidden bilim okuluna geldiğime dair bir kanı oluşturmuştu bende, ancak girişteki Atatürk büstü ne kadar aksesuarı tamamlamak için konmuşsa o dergilerinde gösteriş amaçlı orada olduğunu sonradan anladım.
Bu okulla ilgili beni çok üzen bir anımı da müsaade ederseniz paylaşmak isterim. Tübitak tarafından ödül almış bir öğrencimiz vardı, her zaman hayat dolu gülümsemesi eksik olmayan bir kızdı yanlış anımsamıyorsam ben başka bir şehire gittikten iki yıl sonra gazeteden bu neşe dolu kız çocuğunun intihar ettiğini öğrendim bu olay beni en çok üzen olaylardan biridir. Bu intihar olayının hemen üzerinin örtülmesi ise beni üzen başka bir durumdur. Elbetteki bu okulda benim çalıştığım dönemde de iki öğrenci intihar girişimde bulundu ancak gece üçte acile yetiştirip öğrenciyi son anda kurtardık, tüm bu intiihar girişimlerine rağmen ne tesadüfdir ki okul yönetiminde bir değişiklik olmadı, ben bu tesadüfü okul müdürününü Ankara’da genel müdür olan amcasına bağlamaktayım, sizler bu konuda ne düşünürsünüz bilemem, yanlız inanmak size kalmış ama ben çocuklarımın kazansalar dahi Fen lisesinde okumalarını istemem.
Seviyesi düşük yada yüksek de olsa her okulda belirli bir düzeyde öğretmen kadrosu genç beyinlere belirli sabit görüşleri deklere etmeye devam ediyor ve bundan sonra da edecekler, çünkü o kişiler de belirli bir cemaat tarafından okutulup o eğitimi zamanında almışlar , çok üzücü ama gerçek olan duuruma göre yüce kitabımızın yerini kalın kırmızı kitaplar,peygamberimizin yerini ise mezarının yeri bilnmeyen “üstad”lar alıyor. Bu durum bir sınıf içinde öğrenciler arasında gruplaşmaya,öğretmenler arasında ve son olarak halkın içinde belirli grupların oluşmasına sebep oluyor.
Sınavla girilen öğretim kurumları ile ilgil olarak başka bir gözlemimi de aktarmak istiyorum.bu okullarda maddi geliri yüksek velilerin okulaile birliği yönetiminde olduğu gerektiğinde okul yönetimini kontrol altına aldığı da ülkemizin bir gerçeği doğu bölgelerimizde veli bir cemaat lideri yada toprak ağası ise bu kişinin çocuğunu uyarmanız dahi sizin için hoş olmayan sürprizlerle karşılaşmanıza sebep oluyor. Batıdaki şehirlerimizde bu durumun devam ettiğini söyleyebiliriz maddi durumun yüksek olması yine okulda öğretmen seçimine kadar alınan kararlarda okul aile birliğinin ne kadar etkili olduğunu gösteriyor.
Aslında akraba evliliğini de doğuya özgü sanırdım ancak sosyal hizmetlerde çalıştığım sıralarda yaptığım tüm ziyaretlerde bir çok özürlü çocuğun anne babasının akraba olduğunu öğrenmiştim. İnsanlarımız bir aile apartmanı dikip merdivenlerini halı ile kaplamak için yakın akraba çocuklarını evlendiriyor ve risk almayı seviyor ancak tüm bilgilendirme çalışmalarına rağmen akraba evlilikleri devam ediyor. Sanırım millet olarak okumayı araştırmayı bilgi sahibi olmayı sevmiyoruz yada kendi doğrularımızın her zaman doğru olduğunu düşünüyoruz.
Yirmidört kasım öğretmenler gününde son dersime girip mesleğimi bıraktığımda ben de kendi doğrularımın mutlak doğru olduğunu düşünmüştüm ama sonuç olarak on yıl boyunca yürüttüğüm eğiticilik görevimde meslekdaşlarım devamlı sigara içen kesinlikle okumayan araştırmayan branşı ile ilgili hiç bir yeniliği takip etmeyen kişilerdi. Yüksek lisans yapmamın da meslekdaşlarım arasında alay konusu olduğunu hatırlarım. İlk hedef olarak bu meslekten çıkmak amacıyla akademik kariyere yöneldim ancak b u alanda benim ne kadar eksik kaldığım yönler olduysada matematik bölümüne fizik bölümünü elli beş ortalama notu ile mezun olan kişilerin alındığını görünce aday seçiminde başka hesaplar olduğunu hissettim aslında duygulara gerek yok bizzat fizikçi arkadaş bana “torpilli”olduğunu söyledi, böylece başka bir ülke gerçeği ile daha yüzleşmiş oldum.
Üniversitelerde insanların odalarına kapanıp sadece blimsel makale okuduklarını sanmayın bilindiği gibi dünyadaki üniversiteler sıralamasında ilk beşyüzde hiçbir üniversitemiz yok, karşılıklı atışan eski yeni bölüm başkanları ve yalakaları ile her siyasal iktidarla birlikte değişen “bilim”insanları. Bilim insanlarının da tıpkı öğretmenler gibi ay sonunu beklemekten başka bir şey yapmadığını farkettiğimde lisans öğrenimim süresince çok farklı olduklarını sandığım akademisyenlerin de herhangi bir okulda çalışan herhangi bir braş öğretmeni ile aynı olduğunu düşünmüştüm.
Yeniden lisans öğrenimine farklı bir branşta başlamak ne kadar doğru olur emin değilim bu konuyuda zamana bırakmakta fayda var, elbette bunun için hiç emek harcamadım diyemem, sosyal hizmetler il müdürlüğünde çalıştığım kuruluşlardaki gece nöbetleri kitap okumak için ve soru çözmek için en uygun zamanlardı gecenin ilerleyen saatlerinde sadece sessizlik ve tam konsantrasyon sağlamak için ideal bir ortam bu nöbetler esnasında adeta bir zaman yolculuğuna çıkmış gibi lise yıllarınızda anlayamdığınız herhangi bir kavramı yada bir soru tipini yolu yarıladıktan sonra üç çocuk babası olarak yeniden anlamaya çalışmak ve anlamak oldukça farklı bir duygu ve yine bana çok garip gelen lise yıllarımda hiç ilgimi çekmeyen bir bilim dalının bu yaşta ilgimi çekiyor olması, acaba bunu sebebi o yıllarda başımda esen kavak yellerimi yoksa doğru zamanda doğru kitabı okumak mı?
Örneğin ben şu aralar Marguerite Duras’tan Konsolos Yardımcısını okumaktayım,bu kitabı ilk okuduğumda çok itici buldum ve ilk fırsatta kütüphaneye iade etme kararı aldım ,ancak iki yada üç gün sonra çıktığım bir yolculukta yanıma aldığım tek kitap yine aynı kitaptı ve ben çoksıkıcı gelen yolculuğumu geçirmek amacıyla aynı sayfaları tekrar çevirmeye başladım sanki bir büyü yapılmıştı ve ben bu kez Konsolos Yardımcısını okurken zevk almaya başlamıştım.
Bir kitabı okumak sanırım aynı kişi ilke ikinci kez evlilik yapmak gibi,ilk evliliğinizde eşinizin güzel yanlarını göremediniz,yürütemeyeceğinizi sandınız ve sizi sıkan bir kitaptan nasıl kurtulduysanız o kişiyi hayatınızdan çıkarmak için mahkeme koridorlarında soluğunuzu alıyorsunuz,yıllar sonra aynı kişi birden karşınıza çıkıyor tıpkı belirli bir zaman geçtikten sonra aynı kitaba yeniden rastladığınızda hissettiğiniz duygu gibi acaba dersiniz o an kendinize yeniden denesem mi belki bu kez her şey çok daha güzel olur,umarım her ikinci okuyuşlar benim “konsolos yardımcısı”gibi zevkli ve ikinci evlilikler de mutluluk ve huzur dolu olur.
Bana göre kitap okumak için en uygun zaman günün ilk saatleridir.Kuş sessizleri ile sabah serinliğinde benliğinizin en taze olduğu anda elinizde en sevdiğiniz kitabın sayfalarını çevirdiğinizi hayal edin,eminim ki daha önce başlamayı denediğiniz ancak karışık geldiği için yarım bıraktığınız bir çok kitap dahi sabahın erken saatlerinde okuduğunuz zaman dah a anlaşılır ve daha çekici gelecektir.
Sabahları çok seviyorum,yeni bir gün yeni doğan bir bebek gibi yeni umutlar,yeni başlangıçlar demek çünkü ,umutsuz yaşayamadığımız için,bazen sabaha çıkmak bile bir beklenti olur insanlar için,bu sözün anlamını sanırım huzurevinde nöbet tuttuğum günlerde anladım,bir tesadüf olarak söyleyebilirim ki günlerce ölümünü beklediğimiz bir çok yaşlı sabahın ilk ışıkları ile birlikte hayata veda etti.İzin verirseniz sizlere huzurevi hatıralarımdan kısaca bahsetmek isterim.
Sosyal hizmetlerde çalışmak benim için gerçek dünyayı tanımak demekti sanki yıllarca bir yazılımın yönettiği dünyada yaşamıştım ve sonra ünlü filmdeki gibi kırmızı yada mavi haptan birini seçtim, o filmde gerçek dünyaya açılan ilaç ne renkti bilmiyorum, itiraf etmem gerekirse kırmızı ile maviyi lise yıllarımda da çok karıştırırdım, mavi turnusolu asitler mi kırmızıya çevirir yoksa bazlar mı,bazlar kırmızı turnuysolu maviye mi çeviriyordu,yoksa tersi mi? Herneyse defalarca “matrix”izleyenler hangi ilacın gerçek dünyaya açıldığını bilirler sanırım.
Evet benim gerçek dünyaya açılmam dediğim gibi Sosyal hizmetlerde çalışmaya başladığım gün gerçekleşti. Gençlik yıllarım kağıt kalem ikilisi ve sınavlarla geçerken hayattaki tek gerçekliğin ikinci dereceden denklemin diskriminantı olduğunu sanırdım oysa hayatta her an özürlü olabileceğimizi,sokağa bırakılan çocukların varlığını,yatağa mahkum yaşayan insanların her ziyaretimizde gözyaşlarına boğulduğuna şahit oldum.
Toz pembe dünyadan acı ve gözyaşının olduğu gerçek dünyaya geçiş yapmıştım,huzurevinde çalışana kadar hayatı sona eren bir insanın odasına gireceğimi ummazdım ama zorunluluk her şeyi yaptırıyor,sahipsiz bir yaşamın sona erdiği zaman çalışanlarımız tarafından kefenlenmesi ve yine personelimiz tarafından toprağa verilmesi hayatta misafir olduğumuzu bana hatırlatırdı, ilginç olan soyut kavramları sevmeme rağmen gözümle görmeden insanların öleceğini hiç hesaba katmıyorum.
Örneğin tez konum çok boyutlu uzayda “türev” kavramıydı,çok boyutlu uzayı görmemiz imkansız olduğuna göre soyut bir kavram ama ölüm somut bir kavram çünkü defalarca şahit oluyoruz,insanlar son nefesini verince büyük bir telaş içinde gömülüyor; çocukluğumun geçtiği güneydoğuda mezarın tam ortasına sağ kulağı yere gelecek şekilde konuyor ve sonra gayet hızlı bir şekilde mezarın içi dolduruluyor, toz tabakası birkaç saniyede ortadan kayboluyor ve o birkaç saniyede seksen yada doksan yıllık bir ömür de sona ermiş oluyor, ilk kez bin dokuzyüzdoksandört yılının onyedi nisanında insanların cenazeyi mezara nasıl yerleştirdiğine şahit olmuştum.
Mezarın tam ortasına ikinci bir mini mezar kazılıyor dokuz tahta yüzeye paralel olacak şekilde yerleştiriliyordu,batıda ise mezarın sağ tarafına naaşın sığacağı kadar bir tünel açılıyor tahtalar yüzeyle kırkbeş derecelik açı yapacak şekilde yerleştirildikten sonra toprak atma işlemine geçiliyordu.
Ölüm ile ilgili etkilendiğim kitaplardan biri Dante’nin ilahi komedyası olmuştur, okul lojmanında tek başıma güneş görmeyen odamda hem zatürre olmuş hem de Cennet Cehennem Araf üçlüsünü okumuştum, en ilgimi çeken cümle ölüler diyarına sağken geçtikten sonraki anlatımdı,”sandalda birçok ruh vardı ama sandal fazla batmamıştı, ben de bindiğim zaman biraz batmıştı”cümlesi hafızamda kalmış,geçenlerde bir yazı okudum,ölmeden önceki ağırlık ile öldükten hemen sonraki ağırlık arasında yirmi gramlık fark olduğuna dair,sanırım bu da tüm insanlığın cehenneme nasıl sığacağını açıklıyor.
Benim tezime göre günahsız insan olamayacağı için cehennemin çok büyük olacağını hayal ederdim ancak ruhun yirmi gram olduğunu hesaplarsak bu tahminde cehennemi daha küçük de tasavvur edebiliriz, günahlarımızın bedelini ödedikten sonra cennete gideceğimize inanıyoruz ama tek kanallı siyah beyaz izlediğimiz Amerikan filmlerinde ölenler hemen cennete giderdi yani bedel ödemek yoktu,sanırım onlar için İsa peygamber tüm insanların günahınının bedelini ödemişti.
Dinimi bu açıdan çok medeni buluyorum tüm peygamberleri aynı derecede seviyor ve saygı gösteriyoruz,hiçbir müslüman ülkede intikam amacıyla dahi olsa tüm tahriklere rağmen İsa peygember hakkında hiçbir karikatür yada yazı yazılamaz çünkü çocuklarımızın adını İsa koyuyoruruz tıpkı onların “Jesus”koyduğu gibi ama bir hristiyan sanırım çocuğunun adını Muhammed (SAV)koymaz.Bu arada belirtmeden geçemeyeceğim dinimiz anlatan en güzel filmin de “The Message”olduğunu düşünüyorum.
Bu satırları yazmaya başladığımda günün ilk saatleri geçmekteydi neden hep ölümden yada mezardan söz ettiğimi bilemiyorum ama hayatımda bir anlığına İsa peygamber gibi “ölüleri dirltme”mucizesi göstermek istemiştim,on yaşında kaybettiğim yeğenimin cansız bedenini sedyede gördüğüm an önce onbeş dakika kadar hiç kımıldamadan beklemiştim,hayat durmuştu benim için etrafımda konuşan insanların ne konuştuğunu duymuyordum,bu bekleyiş bittikten sonra onun ayaklarının üşüdüğünü düşünüp ellerimle ayaklarını ısıstmaya çalıştım ona dokunduğum an sedyeden kalkacak kalkıp ağzından akan kanı silecekti ve biz eve dönecektik.
Yaklaşık dört yada beş saat sonra tekrar ayaklarına dokunduğumda gerçeği kabullenmiştim bu üşümenin verdiği bir soğukluk değildi sanki uzun süre kar altında kalmış bir teneke parçasına dokunmuştum ve hemen elimi çektim, savcı ve doktor onu sırtüstü çevirdiğinde katılaşmış bedeni ve sırtında ölü morluğunun başladığını gördüm sanırım gürültülü ağladığım için dışarı çıkarıldım. Birçok kez gazetelerden okuyoruz sapık insanların yeğenine hatta kızına tecavüz ettiğine dair haberler tiksindirici olduğu için okumadan geçmeye çalışıyoruz, sanırım ben de “zanlı”olarak bir süre jandarma karakolunda beklemiştim sonra tırnak altlarından alınan doku parçalarının sonucunun geldiğini düşünüyorum serbest bırakıldım hem bir yakınınızı kaybediyorsunuz hem de zanlı gibi bekletiliyorsunuz ve bu duruma yol açan ensest ilişkiyi normal gören hasta ruhlu insanlar ve devlet benim için zor da olsa doğru olanı yaptı bence.
Bu ölüm beni antidepresan ilaçlarla tanıştırdı okuldan gelip ilacımı alıyor saatlerce ölü gibi yatıyordum sanırım evliliğim tehlikye girmiştiki yeşil reçeteli ilaç kullanmayı bıraktım halen anti depresan ilaç kullanıyorum ancak reçetenin rengi çok şükür ki beyaz.Sanırım bu ilaçlar gerçekten kaçmayı seven insanlar için ideal çünkü ziyaret ettiğim bazı özürlü aile reisleri de eşlerinin beyanına göregece geç saatlere kadar alkol alıyor,itiraf etmem gerekirse meyhaneye gitmek ile devlet hastanesinde psikoloğa gitmek bana göre aynı alkol ve uyuşturucu ilaç kullanarak kaçıyorsunuz,yanlız saatliğine ikiyüz lira verip psikanaliz yaptırmadım bu nedenle onun tedavide ne gibi bir rolü olur bilmiyorum,yaklaşık dört yıldır ilaç kullanıyorum ve sanırım ilk gittiğim psikolog, bu ilaçların bağımlılık yapmayacağına dair bana bir beyaz yalan söyledi çünkü ilaçsız yaşamak için yaptığım her deneme birkaç gün sonra baş ağrısı yada baş dönmesi şikayetleri ile noktalandı.
Konu ölümden açılmışken her zaman merak ettiğim tıp öğrencilerinin kadavra üzerinde çalışırlarken neler hissettikleridir,ülkemizde üniversite çağına gelmiş birçok genç ailenin zoru ile tıp fakültesini tercih etmek zorunda kalıyor,benim gibi yeterli puanı alamayanlar başka bir bölüme gidiyor,ama çok çalışıp bilgisayar mühendisi olmak isteyen b ir gencin yaklaşık on ay çok yüksek bir tempoda çalışıp sonra ailesi için doktor olmaya karar vermesi bence yetişkinlerin gençler üzerinde yaprığı büyük bir hata,doktorluk dışarıdan bakıldığında bile çoık büyük bir özveri gerektiren ve gönülden sevilmesi gereken b ir meslek para için yada sırf annem babam istedi diye bu mesleğe bulaşmak kanımca bir insanın hayatında yapacağı en büyük hatadır.
Ülkemizdeki en büyük sorun burada yatıyor birçok genç ara eleman olarak iş hayatına daha çabuk atılmak yerine yıllarca okumayı defalarca üniversiteye giriş sınavına girmeyi tercih ediyor,üçüncü denemesinde tıp yada hukuk kazanan birçok kişiler tanımışsınızdır sonuç olarak hem zaman hem maddi kayıplar ortadadır.Meslek lisesi mezunlarına sınavsız önlisans imkanı tanınmış olmasına rağmen halen bu olanağın yeteri kadar ilgi görmediği kanaatindeyim.
Eğitim konusuna tekrar dönmüşken bir buçuk milyon öğrencinin girdiği bir sınavda hatalı soru olmasını son derece “komik”buluyorum bütün bir yıl maaş alıp sadece yılda bir kere hazırlanan soruların kontrol etmek amacıyla heyet olarak toplanıyorsunuz ve yıllarca matematikle uğraşmış insanlar asal sayının ne olduğunu bilmiyor ve bu insanlar geleceğin Türkiyesini belirleyecek gençlerin kader sınavında soruları seçiyor,galiba sadece bu örnek ülke olarak neden geri kaldığımızı göstermeye yeterli,belirli referanslarla belirli makamlara gelmiş insanlar büyük çoğunluk üzerinde en can alıcı kararları verebiliyorlar.YÖK başkanı bir japon olsaydı harakiri yapardı sanırım.
En çok ilgimi çeken ve millet olarak ne kadar tepkisiz ve balık beyinli olduğumuzu gösteren bir olay daha var yaklaşık altı yıl önce “hızlandırılmış tren”adında bilim tarihinde eşi benzeri olmayan dünyada hiç bir ülkede benzeri olmayan bir tren ülkemizde sefere çıktı.Ben o yıllarda İstanbulda ikamet ediyordum ve doktora derslerim için haftada bir kez Eskişehire gelmek zorundaydım işte bu mükemmel icat beş saatlik bu yolu üç saatte alıyordu,bende bu yolculuk için kendimi hazırlamıştım ki adını şu an anımsamadığım bir akademisyen bu trene kendisinin asla binmeyeceğini ve hiçbir yakının da binmesine izin vermeyeceğini belirtmişti bu söylemden birkaç gün sonra da Sakarya Pamukovada kaza oldu.
Suçlular gerekli araştırma inceleme yapmadan bu hizmeti vermeye kalkan bakanlık değildi ,insanları ölüme götüren iki makinistti(!),ölü sayısı önce yüzden fazla denildi sonra ellilere düştü,oysa kazayı bizzat yaşayan insanlarla konuştuğunuz zaman sayının kasten azaltıldığını söylüyorlar;beni bu trene binmekten son anda vazgeçiren o akademisyen keşke haksız olsaydı ancak gerekli alt yapı yapılmadan bu tür işlere girişmek kısaca uydurukiş yapmak masum insanları canından etti,ancak medeni ülkelerdeki gibi ulaştırma bakanı istifa etmedi ve olay unutuldu.Bu olay kanımca ülkemizin klasik “dejavu”larından sadece biridir.