Müzik bir tür intihar. Düşünmek de öyle. Düşlemek en büyük intihar bu çağda. Ne kadar düşlüyorsan o kadar ölüyorsun. Özgürlüğü düşlemek esaretin çağrısı. Özgürlüğü bildikçe, düşledikçe esaret oluyorsun baştan başa. Ben şimdi intihar ediyorum bir müzik parçası ile. Çıktım geldim yine İstanbul’dan doğunun bu taşra köyüne. Cahil bozkır. Uzaktan kocaman bir kaya gibi görünen köyüm. Köyüm diyorsam sırf on yedimin hatırına. On sekiz yaşımda, liseyi bitirdiğim yılda da kaçtım zaten.
Küçük odam, güneş ışıklarıyla renk renk dalgalanan odamın duvarları. Bu duvarlar konuşurdu on yedimde. “Levent” derdim “Olacak” derlerdi. Olmadı, ben satılmaktan kurtulmak için kaçtım, Levent şehit oldu. Bu muydu olacak dediğiniz? İşte yine buradasın Behiye. Bak dalgalanıyor duvarlar. İki vakit arasındasın, ikindide. Bir zamanlar söylemiştin ya “İkindi çayları gamsızlığı gelir ancak – Harami mağaralarda kilitli günlere tutulan yasların hakkından.” Çok da arabeskmişim bir zamanlar ama haksız değilim; biraz gamsızlık gerek insana, biraz oralıksızlık. Gardrop ve kitaplık arasına sıkışmış masadan kalkıyorum. Bilgisayarda keman inlemeye devam ediyor, kapatmayacağım, odamın anıları dinlesin. çıkıyorum odadan kalbimde dalgalı bir zamanla. Demek ben de kendimi böyle eskiteceğim. Kalbimin ritmini, ellerimi, saçlarımı, yüzümü böyle yoracağım ben de, anı ile! Böylesi bir ulaşılmazlık zor!

Kapının önüne çıkıyorum. Ah bu beton zemin. Üzerinde kilim ve minderler. Annenim kuşluk çayları. Benim Nazife ile kaçıp kaçıp dere kenarına gitmelerim. İzliyorum kilimin desenlerini. İzledikçe anneme, dere kenarına, Nazife’ye gidiyorum. Ne yapıyordur şimdi Nazife acaba? Evli ve beş çocuğu vardır belki de. Belki de kocası içip içip dövüyordur. Köledir işte. Ben kaçtım. İstemedim köleliği. Yıllar sonra kendime hasret kalacağımı bile bile kaçtım. Işığa koştum, ışığa kaçtım. Ama ah keşke annemi bir kere daha görebilse idim. O sıcak temmuz akşamı kaç Behiye, kaç kurtar kendini, satacak seni baban dedi bana. Anımsadığım son cümlesi bu. Bana son cümlesi bu oldu. Bir de kurtar kendini ve dön gel demişti. Gelmedim! Israrla izliyorum kilimin desenlerini ama ne annem ne dere kenarı ne de Nazife’ye gidebiliyorum. Annem gökte, dere kenarı on yedide, Nazife esarette.
“Sandalye mi getireyim Behiye Hanım?”
“Latife sen şimdi bana hiç mi abla demeyeceksin?”
Utangaçlıkla yere eğiyor başını.
“Derim Behiye Hanım.”
“Bak yine Behiye Hanım! Çok mu soğuk ve uzak duruyorum? Ben bu köyün kızıyım Latife.”
“Şey hani doktorsunuz ya, bir de öğretim üyesi.”
“İnsanlar ortama göre unvan alırlar. Ben şimdi ne üniversitedeyim ne de hastanede.”
“Tamam Behiye Hanım.”
“Kilime bakıyordum, desenlerine.”
“Evet, annenizinmiş, Rıza öyle söyledi.”
Cız ediyor kalbim. Vicdan azabı, pişmanlık, eksiklik, “önce”, anı eşyalarla bırakmaz yakanı. Dalıp gideceğim yine sonra Latife endişelenecek. İyi kadın, saygılı. Rıza ne de güzel bir eş bulmuş kendine.
“Var mı çayın Latife, varsa içerim. Ama hayır, ben sana yardım etmeliyim. Gel hadi.”
İnce uzun endamı ile Latife ardımdan geliyor. Mutfağa geçiyorum. Dalıp gitme yine Behiye. Anı da bir yere kadar. Ama annemin tencereleri. Kaçıyorum ordan. Annemin önlüğü. Kaçıyorum ordan. Annemin sürahisi. Kaçıyorum ordan. Kaç Behiye kaç. Kendinden kendine. Ben böyle düşünüp dururken Latife tepsiyi tutuşturuyor elime.
“Hep mi böyle dalgınsın Behiye sen? Dalgın olma, anlıyorum seni, acı çektirme kendine. Senin suçun değil. Satacakmış baban, kaçmışsın. Bazen kaçacak bir anının olması bile şanstır. Anısızlık var bir de!”
“Bana Behiye demeye karar verdin demek. Çok güzel. Nasıl bir şey o anısızlık? Lütfen söyle.”
“Ne bileyim Behiye. Bir yere ait olamamak, düşünememek, kendinde kalamamak gibi bir şey.”
Nereye ait olduğumu düşünmeye başlıyorum hemen. Beton gökdelenlerin, kolaycı beyinlerin, şakacı şımarıkların olduğu İstanbul mu yoksa bu cahil bozkır mı benim ait olduğum yer? Doğulu muyum, batılı mı? Varoş muyum, entelektüel mi? Zengin miyim fakir mi? Aydın mıyım cahil mi? Bunca yıl geçti hâlâ kendim olamadım. Ah Behiye, neydi ki kendin olmak? Bu kadar yıldır unvan, meslek, makam uydurdun da kendine hâlâ kendin olamadın. Çünkü sen on sekizinde yarım kaldın. Gerisi varoluş sancısı. Varoluş sancısı çeken zavallı aydın. Sen busun! Oğuz Atay’ın Selim Işık’ı, Aylak Adamsın sen.
Kafka da anlatmış ya zaten; seni Gregor Samsa seni. Ama yine de toplumun dışlaması insanın kendini dışlamasından daha kolay. Çoğunluğun anlamadığı bir şey değerlidir. Toplum çoğunluktur ve genel geçer düşünür. Toplumdan uzak Tanrı’ya yakın! Ama kendini dışlıyorsan kendinden kavga başlamış demektir. Ve bu kavga hiç bitmez. Barış kendinle Behiye! Kendimi yarım bırakmışım, barışmaya hakkım yok! Bu zaman denen şey geriye doğru gidip de on sekizde durmaz mı yine?
Elimdeki tepsiyi minderin kenarına bırakıp çöküveriyorum kilime. Alçakta olmayı severim ben. Mütevazı olmaya yardım ediyor. Alçak dağları yerinde bırakıp alçakta oturmalı. Latife elinde ikinci bir tepsi ile geliveriyor yanıma. O da yerleşiyor bir kenara. Şimdi kadın kadına bir sohbet tuttururuz ama köyü dolaşmak istiyorum. Bir iki bardak çayı bir lokumla içip kalkıyorum hemen.
“Kardeşin de köy kahvesinde, rastlarsın belki.”
“Beklediğini söyleyeyim mi? Sahi, nasıl aranız Rıza ile? Huysuz mu bakayım benim kardeşim?”
“İyi iyi. Hakkını yiyemem. Akşama gecikmeyin sadece.”
“Tamam, geliriz geç olmadan.”
Üzerime ince bir yazlık alıp tozlu yola bırakıyorum kendimi. Ben bu köyün mevsimlerini sevdim daha çok. Ama işte bu temmuzu hiç sevemedim. Temmuzdan sonra eksilmeye başladım çünkü. Temmuzda kaçtım, ışığa kaçtım. Az ilerde çilli kız çocukları büyüyünce yaşayacakları hayatın provasını yapıyorlar. Merak ettim kendilerine biçtikleri hayatı. Az bekledim yanlarında. “Tahtayı siler misin Azra?” “Hastayı kaybediyoruz, hastayı kaybediyoruz!” “Sayın meclis başkanı ben burada milletin vekiliyim.” “Emret komutanım!” “Karar! Yaz kızım!” Cümleleriniz ne güzel sizin! Gelecek çok güçlü bir ülkeye gebe! Aferin kızlar. Bu cahil bozkırda milletvekilleri, öğretmenler, subaylar var. Utanarak bakmaya başlayınca çilli kızlar ayrılıyorum yanlarından. Oynayın, güçlü güçlü oynayın. Bir ülke yaratmak için oynayın. Kahkahalarınızı da gözüne gözüne sokun yobazın. Onlar güçlü olup esaret çoğalacağına siz güçlü olun adalet çoğalsın! Bakın ben kaçtım, on sekizimde kaçtım, ışığa kaçtım.

Ayaklarım beni yine o dere kenarına götürüyor. Yemyeşil kıyısına çömelip ayaklarımı salıveriyorum suya. On yedi oluyorum birdenbire. Nazife yanımda. “Sahiden kaçacak mısın Behiye, deli olma. Evlen işte, ne olacak?” “Bu yaşımda mı? Asıl deli sensin!” “Aman sen gerçekten delisin, evlen rahat et.” “Kaçacağım ben, ışığa kaçacağım!” “Deli sen de.” Susmuştum o gün. Nazife’ye daha fazla cümle kurmamıştım. Şaka be şaka deyip geçiştirmiştim.
Ayaklarımdaki suyun serinliği bedenime doğru tırmanırken bir çıtırtı duyuyorum. Arkama döner dönmez biraz şişmanca bir kadınla göz göze geliyorum. Gözleri neden bu kadar söngün? Yüzü ışıklı ama yorgun. Elleri de tarla yorgunu, görüyorum. Yazması çenesinin altında. Üflesen uçacak gibi bir ürkeklikle bana bakıyor. Nazife mi bu? Keşke senin gibi ışığa kaçsaydım Behiye diyor işte sanki. Oysa kadın henüz bir cümle kurmadı. Nazife seni artık merak etmiyorum. Işığa kaçmadı isen artık hiç merak etmiyorum seni. Gördüm işte… Ah canım Anadolu kadını, Tanrı ışığını üzerinizden hiç esirgemesin, hiç.
“Behiye!”
“Benim ya. Gel otur sen de. Dere güzeldi. İzliyorum.”
“Tanımadın değil mi?”
“Sen tanıdın, giyimimden kuşamımdan tahmin ettin sen de. Gel, otur hele. Var mı zamanın?”
“Olmaz mı Behiye? He vallahi, Behiye gelmiş dediler. Tahmin etmek zor olmadı. Hiç de değişmemişsin zaten.”
“Bak nasıl utanıyorum şimdi? Tanıyamadım, bağışla.”
“Nazlı ben. Okuma yarışmalarının birincisi ama tembel Nazlı.”
“153 Nazlı, Levent’in numarası da 154’tü.”
“Öldü Levent, şehit oldu. Sen çok seviyordun Levent’i be Behiye.”
Susuyorum. Herkes inanmış da Levent’i sevdiğime, bir ben mi inanmamışım? Benim inanmakla sorunum yoktu. Ama kaçtım ben, ışığa kaçtım. Kendimi küstürdüm kendime. Susuyorum. Nazlı’nın gözlerine bakınca Levent’e varıyorum. Ne acı iz aramak geçmişten. Âşık olduğun adamı bir kadının gözlerinde aramak ne acı! Uzun uzun bakıyorum. Tek cümle kuramıyorum. Nazlı’ya ağlamak üzere olduğumu fark ettirmemeliyim. Gidin lütfen gözyaşları, şimdi değil. Susuyorum. Nazlı o ipucu arayan bakışları ile, öteden on yediden sesi ile konuşuyor.
“Kız sen unutmuşsun Levent’i. Çok seviyordun, ama şimdi böyle tek cümle bile kurmadın.”
Susuyor ve acı acı gülümsüyorum Nazlı’ya. Levent de bana gülümserdi baygın bakışı ile o duvarın kenarında. Ah Levent! İzlerini sürmeye geldiğim bu köyde acı acı gülümsedim Nazlı’ya ben. Bak, acı acı gülümsedim. Ben de gülümsedim Levent! Ben acı acı gülümsedim. Ödeştik mi? Seni sevdim ama ışığa kaçtım; ışığa hayrandım! Ödeştik mi Levent? İzliyorsundur belki şimdi bir yerden. Uzayan bir ömürde acı acı gülümsemek neye denktir? Cennete layık olma nedeni olabilir mi böylesi bir anda böylesi bir gülümseme? Şehitliğe denk gelir mi belki böylesi bir gülümseme? Böylesi bir anda çıldırmamak neye denktir Levent?
“Nazife ne yapıyor, buralarda mı?”
“Nazife ilçemizin kaymakamı oldu, duymadın mı?”
Işık! Nazife de kaçmış ışığa. Nazife, arkadaşım. Işığın yolcusu! Bir anda bir dirilik geliyor bana. Buz kesen ayaklarımı sudan çıkarıyorum.
“Gel bize gidelim. Özlediğin yemekler vardır senin. Gel hadi Behiye.”
Kalkıyoruz dere kenarından. Kalkar kalkmaz koluna giriyorum Nazlı’nın. O da belime sarılıyor. Zaman çok eski anlarda kurulan dostluğu hiç eskitemiyor. Çocuklukta kurulan gönül bağı ne silinmez ne değerli bir şey! Yazmasını düzeltiyorum Nazlı’nın, göz kırpıyor. Biz Cumhuriyet’in çocukları, okumuş veya okumamış Anadolu kadınları Cumhuriyet’i taşıyoruz dünden bugüne.
“Evli misin sen Behiye?”
“Evet.”
“Ohoo unutmuşsun sen Levent’i.”
Susuyorum. Varsın bu susmaya Nazlı anlamlar biçsin. Sevda kuşun kanadında…
Bir saat içerisinde özlediğim leziz yemekleri diziyor sofraya Nazlı. Bağdaş kurup hayatımda hiç yemediğim kadar tıka basa yiyorum. Akşamın ilerleyen saatlerinde eve vardığımda Latife surat asıyor.
“Erken gelmedin, yemek hazırlamıştım.”
“Rıza ile haber gönderdim ama ben.”
“Biliyorum. Zaten yarın gideceksin. Keşke bu akşam olsa idin yemekte.”
“Akşam bitmedi daha. Hadi çay hazırlayalım kapı önüne.”
“Hadi.”
Dolunayın gümüşi aydınlığında çayımızı yudumlarken gözlerinin altından bakıyor bana Rıza.
“Senin bir derdin var Behiye. Bir çözülmezliği var bakışının. Levent mi, annem mi, babam mı? Öldüler işte. Unutmak mümkün değil ama alış. Köyünün toprağı hâlâ bereketli, tarlaları yemyeşil, kızları cesaretli. Sen aydınsın, gör bunları. Düşünme ‘kara’ kara.”
Neydi ki gözlerimdeki kırgınlığın kederi? Ne görmüştü gözlerimde Rıza? Benim göremediğimi mi? Ben en çok kendimi görmedim ya zaten ışıklar içerisinde iken bile. Ben kaçtım kendimden, gülümseyerek bakmalarım on yedinin aynalarında kaldı. O gün bugündür “Aynalar Yalan Söyledi.”

“Bilmem be Rıza. Yaşıyorum işte. Eşim iyi huylu, merak etme. Çocuklar da üzmüyor beni.”
“Eee ne bu dalgınlığın böyle? Kıran mı var seni?
“Şımarık bir şakayı zekâ belirtisi sananlar var. Oysa bu basitlik.”
“Ha, kırmışlar seni tamam.”
“Yok be, ne kırılması? Benim kırılmaya vaktim yok. Tanrı kırgınlığı zamanla onarır. Ben aydında seviye arıyorum.”
“Ha, fakültede mi tartıştın sen?”
“İçtenlik bir ..ka yaramıyor.”
“Dıştan ol sen de.”
“Aman be Rıza benimle kelime oyunu oynama. Kazanırım bilirsin.”
“Aklında mı o şiir yine? Oku da kalkıp içeri geçelim, geç oldu.”
Rıza inatçıdır, şiiri okutmadan bırakmaz biliyorum. Ya da gururumu okşamak istiyor.
Baba ocağını bu ziyaretimin son gecesinde içeri geçmek üzre okuyorum şiiri, kendim kendi gururumu okşamak için.
Doğru ya da yanlış kaygısı gütmeden
Konuşanın lafını bölüp kesmeden
Büyük iken küçüğü ezip geçmeden
Kendimceydi baştan beri söylediklerim
Ne saklıya dokundum ne de haklıya
Zindanımda uzaktım hep en son kapıya
Hep inandım, hep inandım yarına
Çözüldü sonunda bile bile çözmediklerim.