İçimde bir kız, kızın içerisinde bir kış, o mevsimin içerisinde bir minik serçe, serçenin içerisinde hızlı hızlı atan minik bir kalp❤️
Birden bire yorganın altında ürperdiğimi hissettim. Bu üzerimdeki pelüş battaniyeye rağmen neden ısınamadım.? Yataktan dışarısı daha mı soğuktu? Masanın üzerinde alarmı çalmakta olan telefonumu ters döndürdüğümde, ona bakmak için çıkardığım kolum pijamamdan dirseklerime kadar sıyrıldı, fakat üşümedi. Hava çıplak tenime değdiğinde normalde odanın buz gibi olduğunu hissetmeliydim. Telefonun ekranına bakmak istemesem de alarmı susturmak zorundaydım ve mecburen bir kaç saniyeliğine gözlerim ekrana değdi. Kahretsin bomboştu. Yine aramamıştı…
Zaten ne zaman aramıştı ki? Arasa ne olacaktı ki? Sabah sabah bu düşünceler ile ayaklarımı sıcak yatağımdan uzatıp aşık suratımı yıkamaya yöneldim. Tekrar dönüp geldiğimde elim direk telefona gitti. Bir mesaj…
Bir saattir telefonun boş ekranına bakarak yatağın içine tekrar girdiğimi ve burada derin derin düşündüğümü fark etmemiştim bile. Meğer düşünceler ne de çabuk alıp götürüyormuş insanı. Çıplak ayaklarım ile ne çok yol yürüyüp ne de çabuk koşarak yanına varmıştım düşlerimde. Gelen mesaj operatörden fatura borcunu hatırlatmaymış oysa ki.
Bu aralar dakikalar bile öyle güç bela geçer olmuştu ki… Dakikalar saatleri, saatler günleri kovalamayı bırakmıştı. Akrep yelkovan ile anlaşmış pili bitmiş bir saat gibi öylece duvarda asılı kalmıştı. Günler onsuz geçiyor desem yalan olurdu. Değil günler artık böyle ömür nasıl geçecekti hiç bilmiyordum.
Kalksam bir ıhlamur kaynatsam ya da bir bardak çay demleyip içsem ne de güzel olurdu. Eskiden yaptığım rutinlerim artık bir başkası yapmış mazide kalan bir yolcuyu seyreder gibi hatırıma geliyordu. Ekmek bir lokma ekmek bile en son ne zaman kuru boğazımdan geçti bilmiyorum.
İşe gitmek? Zaten geç kalmıştım farkında bile olmadan. Dolapta biraz peynir, zeytin vardı; yesem. Kalkamıyordum ki… Dışarısı buz gibi bir ayaza karmış, lapa lapa kar yağıyor olacağını zannederek pencereye yöneldim. Camı açtım. Ağaçta minik minik kuşlar, serçeler ötüşüyor. Yeşermiş yaprakların içerisindeki meyvelerden yiyerek birbirlerine küçük gagalarıyla veriyorlardı. Duvarda asılı duran takvime baktığımda 18 Ağustosu gösteriyordu. Aman Yarabbi!
Uyuyor muydum? Uyuduğumu uyanınca anladım. Alarmı çalmakta olan telefonumu çevirdim. Kapattım. Ekran bomboştu. Aramamıştı. Zaten hiç aramamıştı. Arayamazdı. Aramasını beklediğim de kimdi? Duvardaki takvimime baktım 18 Ağustosu gösteriyordu. Artık ne önemi vardı, bilmiyorum ama ilk önce bir gülme aldı beni. Derken gülmelerim kahkaha. Kahkahalar çığlığa. Ardından ağlama. Ağlarken hıçkırarak bağırma. Bağırırken daha çok ağlama. Anti depresanlarımın kutusuna sarılıp hemen bir tane attım azıma. Günler mi? Günler geçiyordu. Ağustos ayının sıcağında yüreğimde dışarı çıkmak için çırpınan bir serçenin kanat çırpınışları gibi. İçim üşüyordu. Kimisi yaz geldi diyordu. Ben ise o gitti yüreğime kış geldi diyordum. Sonra mı sonra yine yatağıma uzanıyordum. Uyuyor muydum? Uyuduğumu uyanınca anlıyordum…