Hakikat yolcusu.. Yiğit, kendisini uyandıran makine gürültülerine ve hemşirelerin çıkardığı seslere içten içe kızgındı. Bu kızgınlık ve içerisinde bulunduğu acımasız çıplak gerçek, sevdiği kadının Melek’in anlattığı rüyasının büyüsünü bozmaya yetmedi.
Korkunç bir savaş rüyası ile içine sürüklendiği bu korku tünelinin ucunda, gördüğü barış rüyasının ışığına sığındı. Yola koyulduğunda yeniden doğmuş gibi hafiflemişti. Ardına bakmadan, düşünü kurduğu o sırra ulaşıncaya kadar durmadan yürüyecekti. Dayanamadı, patikaya tırmanırken yokuşun yarısında dönüp arkasına baktı. Melek gene Surların üstünde oturmuş, Dicle’ye bakıyor gibiydi. Sanki yanındaymış gibi hissetti Melek’i. Belki de görmek istediğini görüyordu.
Olması gereken yer, “duran kalbine müdahale edilen bir hastane odası” değil, düşleriyle, hayalleriyle Dicle’yi izlediği surların üstü olmalıydı. El salladı surlara doğru Yiğit. Meleğinin de ona el salladığını sandı. Sonra huzura ermiş kalbi ve hüznünü akıtmaktan çekinmeyen gözleriyle önüne bakarak meşelipatikadan yürümeye devam etti. Patikanın hemen kenarında, kokularına yeni kavuşmuş, bahar esintisiyle dansa durmuş rengarenk çiçekler gördü.
O çiçeklerin ortasına gitti, durdu, orada hepsinin güzelliğini izledi, cömertçe sundukları kokuları içine çekti. Rengarenk çiçeklerin hemen kıyısında dikenli bir gül çalılığına rastladı. Dikenleri hiçe sayarak, en koyusundan kırmızı bir gül kopardı Yiğit. Gülüne Melek ismini verdi ve kalbinin üzerine denk düşen cebine, bir saksıya yerleştirir gibi koydu. Meşeli patikanın tepeye uzanan kıvrımlarını tırmanmaya başladı, yüzündeki gülümsemeyle birlikte gözden kayboldu…