İzlemekte çokça geç kaldığım 2000 yapımı ‘Cast Away’ filminden bahsetmek istiyorum bugün sizlere.
Google’a yazdığınızda karşınıza çıkan IMDb puanının çokça üstünde bir güzellikte. Tom Hanks farkını görüyoruz yine. Zaten daha önceki başarılı yapıtlarından yola çıkarak bu filmi izleme kararı aldım. Yani izleme sebebimdi.
Bir sürü methiyeler de döksem başarısını, kusursuzluğunu dile getirmekte zorlanacağım. Oyunculuğu ve seçtiği projelerle her filmi bir başyapıt. Bu yüzden film izlemek için seçimlerinde kararsız kalanlara öncelikli önerim kesinlikle onun olduğu filmlerdir. Benim gibi izlemekten sıkılan, her şeyi ileri saran, henüz Netflix üyeliği bile olmayan biri için film izlemeye başlanacak nokta Tom Hanks olmalı.
Her neyse, oyuncunun kalitesinden yeterince bahsettiğimize göre filmin ağızlarda bıraktığı tada geçmek istiyorum. Film, FedEx çalışanı bir adamın Malezya yolculuğu sırasında Pasifik Okyanus’u üzerindeyken geçirdiği uçak kazası sonrası hayatta kalma mücadelesini anlatıyor. Daha ilk sahnelerinde bile beni içine çekti, tüm duyguları içimde hissettim.
Uçağın düşüş sahnesinde kendi uçak yolculuklarım geçti gözümün önünden. Ufak tefek türbülanslar bile beni yeterince geriyorken böyle bir durumda olsam yaşamaya dair bir çabam olmazdı sanırım. Hele de bir okyanusun üzerinde olduğumu düşündükçe daha da kaybederim ümitlerimi.
Ama Chuck öyle bir savaş veriyor ki hayatta kalmaya, izlemeyenlere “kurtulması mümkün mü ya, kurgu işte” , izleyenlere ise “ümit hep olmalı ve çabaladıkça kazanacağına olan inancın asla seni yarı yolda bırakmaz” dedirten türden. Filmde bu durum öyle gerçekçi yansıtılmış ki, Allah korusun ileride bir uçak kazası geçirsek ne yapmalıyız sorusunun pratikteki cevabı olmuş.
Filmin devamı, Chuck bu yolculuğa çıkmadan önce eşinin verdiği köstekli saatin ve içindeki fotoğrafın kendisine verdiği yaşama ümidi üzerine kurulmuş gibi. Her ne olursa olsun o saati yanından ayırmadan aşıyor bu okyanusu. Uçaktaki bot sayesinde sağ kalmayı başarabiliyor. Ve tahmin edebileceğiniz üzere bir adaya vuruyor. Issız bir ada…
Tam o anda şu sürekli sorulagelen “ıssız bir adaya düşsen yanına alacağın 3 şey nedir?” sorusu geldi aklıma. Issız bir adaya düşmeyi biz mi planlıyoruz? Bugün bineceğim uçak ıssız bir adaya düşebilir, o yüzden sürekli bu 3 şeyi yanımda taşımalıyım mı diyoruz? İşte bu noktada sorunun kökündeki hata dikkatimi çekiyor ve soruya farklı bir boyut getirmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Her yolculuğumuzda o 3 eşyayı yanımızda taşımamız mümkün görünmüyor ama 3 duyguyu kendimizle her yere her zaman götürebiliriz. O yüzden bu sorunun “ıssız bir adaya düşsen her daim canlı tutacağın 3 duygun ne olurdu?” olarak değişmesi taraftarıyım. Bir insanı hayata, yaşama, yaşamaya bağlayan somut varlıklar bile aslında hissettirdiği duygular neticesinde götürülmeye değer oluyor.
Örneğin; kitabını götürmek isteyen huzurunu, arkadaşını götürmek isteyen sevgisini, müzik çalarını götürmek isteyen eğlencesini hep canlı tutmak istediği için bunları tercih ediyor.
Peki, siz kendinize bu soruyu sordunuz mu? Issız bir adada en çok hangi 3 eşyaya ihtiyaç duyarsınız, neden? Bu soruyu şu an tekrar kendinize sorduktan sonra bir de benim sorumu sormanızı isteyeceğim: Issız bir adaya düşseniz her daim canlı tutacağınız 3 duygunuz ne olurdu? Eşyaların katacağı duygularla bu duygular ne kadar paralellik gösterecek, merak ediyorum açıkçası. Eğer fırsatınız olursa cevaplarınızı iletmenizi bekliyorum.
3 duygu… Aslında bakınca içimizde sonsuz duyguyu taşıyabilir, 3 ile sınırlandırmayabiliriz. Başlarda soruyu ucu açık mı bıraksam diye düşündüm. Alabildiğiniz kadar duygu alacak olsanız, hangileri olurdu? Fakat bakınca burada hemen hemen herkesin ilk 10 listesi benzer olurdu.
Asıl önemli olan bu 10 listesinde ilk 3’ü kimlerin aldığı. Ben ilk 3’ümü sıralayacak olursam bunlar; özgüven, cesaret ve carpe diem olurdu. Herkesin içinde hep başını alıp uzaklara gitme, kimsenin olmadığı, kimsenin sizi bulamayacağı bir yalnızlığa özlem vardır diye düşünüyorum. O yüzden aslında bu ada bazılarımız için bir nevi vuslat olabilir.
Filmdeki başrolümüz ise yanında götüreceği şeyleri sanırım orada oluşturma yolunu tercih ediyor. Belki izleyenler ıssız adaya düşen bu adamın o 3 eşyasını farklı yorumlayacak. Benim gözümden o 3 eşya; köstekli saat, voleybol topu ve ateş’ti. Köstekli saati eşinin verdiğini biliyoruz. Peki ya diğerleri?
Uçak bir kargo uçağı olduğu için kıyıya vuran birkaç kargodan birinde voleybol topu buluyor. Başlarda işe yaramaz bir voleybol topu gibi duruyor, evet. Elinde çubukla ateş yakmaya çalışırken yaraladığı avucuyla sinirlenip bu voleybol topunu uzağa fırlatıyor. Akşama doğru topun üzerindeki kanlarla bir suret oluşturuyor ve o andan itibaren kendine bir yoldaş ediniyor; Wilson.
Biraz zaman geçtikten sonra ateşi de buluyor ve bulmak için gösterdiği emek karşısında kendine gücünü ispatlamış oluyor aslında. Yani bakıldığında bu nesneler altında köstekli saat ümidi, voleybol topu sevgiyi ve ateş de özgüveni temsil ediyor. Filmdeki karakterimizi orada tutan temel 3 duyguya ulaşmış oluyoruz bir nevi.
Filmin geri kalanının heyecanını bozmak istemiyorum. Yeterince spoiler verdiğimi düşünüyorum. Önermesi benden, izlemesi sizden. Bu eşsiz yapıtın ruh dünyanızda nasıl kapılar açacağını sabırsızlıkla bekliyorum.