Bir gönül hikayesi… En güzeline.. Yağmurlu bir gün idi, rüzgâr hafiften esiyordu etrafta naif bir toprak kokusu sarmış bir bahçe köşesinde oturmuş bakıyordu etrafa.
Sanki yüreğimi söküp, kendi yanına koymuş gibiydi
– Ne oldu sana böyle dedim ey gönül?
Sanki bahçeler arasında, masmavi denizi seyretmek gibiydi onu seyretmek.
Kolay mı?
Uzak yollardan gelip, dağları aşıp gönülün onu bulması kolay mı?
Unuttum bir an da benliğimi, unuttum nerede olduğumu sadece onu biraz daha fazla seyretmek için neler vermezdim diye düşünüyordum.
İçimden bir ses “Onun için canından bile vazgeçer misin” dedi.
Hem onu seyredip, ağzımda dökülen iki cümle “Bir kez daha görmek için ne verilmez ki” dedim.
Sahi onun için ne verebilirim ki?
Öksüz bir kalbimi, saf olan sevgimi ve bir canın lafı olur mu onun için?
Herhalde hiç düşünmezdim “onun” için yapacaklarımı.
Gidip yanına “Seni her şeyden, herkesten çok seviyorum” demek istedim, her şeyden çok sevmiyor muyum ben onu?
Söylemek isterdim onun gözlerine bakıp “Bu canın yarısı senin değil mi? Niye böyle edersin cefâ”
Ama söyleyemedim, gidemedim ve ona bakıp sımsıkı sarılamadım uzaktan bir hiç gibi görüp geçip gittim.
Şu mısralar döküldü kalbimin bir köşesinde:
Ama ikisi de değil,
Ben garip, sen güzel, dünya mutlu…
Öyle tuhafım bu akşamüstü.”
Bir akşam vakti, yine gelir ve görür müyüm onu? İncitirse, kırarsa da binlerce kez onu tekrar sever miydim?
Severdim.
Şimdi ben seni yaşıyorum, seninle ölmek üzereyim…