Eğimli yolu kalbimden geçen şarkı ile tırmandım. “Güz yarası beni neden sevmedin?” Tırmandım. Tırmanıyoruz. Dünya da öyle, dönüyor, tırmanıyor.
İnanacağın bir şey kalmayınca çıldırıyor ve sonra dönüp çıldırmamak için de inanıyorsun. Neye mi? O kadar çok şeye inanıyorsun ki hepsinin yalan olduğunu bile bile. Ama bir deniz yalan değil bir de martı. Ya mavi? Kıskanma nedeni mavi. Özgürlüğü fısıldıyor her sabah güneş batıncaya dek. Aman neyse tırmandım eğimli yolu. Hava sıcak, mayısın son haftaları. Üniversiteler kapandı kapanacak. Güneş daha dik açı ile gönderiyor ışıklarını.
Dondurma ve kiraz yeme mevsimi geliyor paldır küldür. Yaşamak kendini yeniliyor işte. Her yıl aynı mevsim ayrı yaşama sevinci. Tanrı bunu nasıl da sunuyor böyle bize? Yokuşu tırmandım hafızam yine aynı şeyi yaparken. Düşünürken. Aslı’nın yanımda gıkı çıkmıyor. Çünkü yaklaşık yarım saat önce çok fena tartıştık. Ağzıma geleni söyledim. O da bana söyledi. Benim fakülteme beni neden bırakmıyor sanki. Bir izin çıkmış iş yerimden. Çıkıp gelmişim, ne var yani biraz eskilerin haritasında gezinmenin? Nasılsa tüm oklar bilinci o kuyuya sürüklüyor: Bitmişlik! Yok, bu bana iyi gelmiyormuş. Yok, durduk yere acı arıyormuşum kendime. Yok, ben aptal bir duygusalmışım.
Aptal dedi bana Aslı! Bunu söyleyen Aslı olmasa kıyameti koparırdım. Ne biçim erkekmişim? Az gerçekçi olmalıymışım. Kendime bunu yapmamalı imişim. Aptalsam kendi kurallarım içerisinde aptalım. Kimseyi kırmadan dökmeden, incitmeden aptal bir anıcıyım. Ne var bunda? Kendimle uğraşıyorum ben. Nefes almaya çalışıyorum.
“Sen yine dalıp gittin, daha fakülteye varmadan dağılıyorsun farkında mısın?”
“Bana mı dedin?”
“Ooo beyimiz her zamanki gibi.”
“Uğraşma benimle Aslı, bırak git istersen.”
“Bir kovmadığın kalmıştı. Gitmiyorum.”
“Sus o zaman.”

Sustu Aslı. Ben zaten ezelden beri bir susma gönüllüsüyüm. Uzun ve derin bir susma. Bu fakülte bu kadar uzak değildi be. Güneş en dik açısına kavuştu. Yol zorlaştıkça zorlaştı. Tıp Fakültesi ile İletişim Fakültesi arasında boy gösteren fakültemin gri duvarlarını gördüm. Bir köşeyi daha dönersek uzunca bir yoldan sonra karşısında olacağım. Karşısında kalacağım bir zamanların. Sesler dileyeceğim Tanrı’dan. “Enver bu sınava birlikte çalışmalıyız. Hem müthiş bir dize keşfettim!” Yıllar geçti, dize eskimedi. Dizeler eskimez, duygular eskimez. Eskise idi keşke. Buharlaşsa uçsa idi bazı acılar. Parmak uçlarımızla dokunmaya çalıştığımız gelecek umutları ya gelse idi ya da bir ateş gibi yakıp da durmasa idi olmayışları.
“Neymiş keşfin, söyle hadi.” “Ah, kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya.” Oysa benim vaktim oydu, vakitlerim olmuştu. Sabahı gözlerine, akşamı gölgeli yüzüne ne çok benzetirdim. Belki de senin vaktin olmadı. Senin vaktin kimindi? Sonra ben de “Yabancıların en yakınıydın sen.” demiştim. Durup bakmıştı öylece. Yakın yakın, yabancı yabancı bakmıştı. Beni ilgilendiren bu bakışın yabancı ya da yakın oluşu değil bakışın kendisi idi. Yeter Enver! İki cümle kur, silkin yahu bu düşünüşlerden. Sesler. O sesler bir daha gelmeyecekler. Sesini duy, kendi sesini!
“Leman bu yaz gelecek mi? Ben buradayım bu tatil. Görüşsek keşke.”
“Gelirim demişti. Sen dönecek misin yarın?”
“Evet, iznim üç gün. Yarın dönmeliyim ama geri geleceğim.”
“Belki yine bir araya geliriz. Vedat gitar çalar, biz söyleriz.”
“Sen hiç mi ayrılmadın bu şehirden?”
“Enver korkutuyorsun bazen beni. Arkadaş ben evlenip burada kaldım ya işte.”
“Ha, evet.”
Başımı bilerek kaldırmadım yolun sonunda. Yol bitti. Yollar biter. Zamanlar biter. Yaşanmışlıklar biter. Kavgalar, küslükler, dostluklar bile biter. Çağlar bile bitiyor. Yeniden başlamalar için sırası gelen her şey bitiyor. İmparatorluklar, devletler, iktidarlar, ömür, ergenlik, gençlik falan hepsi bitiyor işte. Bitmeyen daha tehlikeli şeyler var. Bir şey yarım kalmışsa onun verdiği o his neyse, işte o his bitmiyor. Bitmiyor. Aslı adımlarını yavaşlattı. Belki de yüzüme bakıyor. Yüzümdeki ifadeyi görmek istiyor. Terk edilmiş bir şehrin ışıkları gibi belki de yüzüm.
Bir şehrin direnen ışıkları gibi uzak ve yalnız bir yüzüm var belki de şimdi. Kendime acımaya başladığımı hissediyorum. Neyse o. Acıysa acı, zayıflıksa zayıflık. Acıyorum kendime. Aslı konuşmuyor. Ben zaten susmayı çok iyi bilirim. Susuyoruz fakültenin bahçesinde o an içerisinde. Aradan yirmi yıl geçmiş. Bakıyorum o ağaçlar aynı. O ağaç da aynı. Yanına gidip toprağa gömdüğüm eczane poşeti içerisindeki kâğıdı çıkarıyorum, kâğıt da aynı. Rengi hiç mi solmaz, solmamış. Parmaklarım değişmiş sadece, titremezlerdi, titriyorlar şimdi.

Artık yavaş yavaş yaşlılık belirtilerini de kabul eder oldum. Aslı yaklaşmıyor yanıma, biliyorum, rahat bırakmak istiyor. Az sonra kâğıdı açacağım. Az sonrayı erteledim birkaç dakika. Öylece baktım durdum karşıya. Neden erteliyorum ki? Ertelemeyi de erteleyip gelsene yanıma dedim Aslı’ya. “Yok, bu senin için özel bir an, içinde ben olmamalıyım” dedi. Zeki ve kibar kız. Ama az daha zeki olsa idi bu anı yalnız yaşamanın benim için güç olacağını bilirdi. Belki de haklı. Bu anı yalnız yaşamalı ve korkmamalı idim. Bunu ben istedim. Geldim. Gömdüğüm kâğıdı elime aldım. Şimdi de açıp yirmi yıl önce yazdığım cümleyi okuyabilmeliyim.
Açtım. “Bugün 21 Mart. Nevruz Bayramı. Buraya gelip de bu kâğıdı yeniden okuduğunda içerisinde bulunduğun his veya düşünceyi fısılda. Hadi oğlum Enver, daha güzel zamanlara.” Çöktüm. Hayır mecazen değil. Mecazen çoktan çökmüşüm zaten. Ağacın dibine çöktüm. Yeşil kokuyor etraf. Bahar üzerine düşen görevi yapıp kokusu ile davet ediyor mutluca yaşamaya. Yaşamak, yaşamak da işte, mutlucası çok göreceli bir şey. Mutluluk “kendince” bir şey. Mutluluk kalbindeki huzur ve memnuniyet. Neyle gelir mutluluk bilinemez. Bir hasta için şifa, mahpusa özgürlük, dilenci için para ve deli için delilik. Şu an içerisinde olduğum düşünce değil de hissi bulmaya çalışıyorum. Sanırım kalbim Tanrı’ya teşekkür hissi ile dolu. Bunu yaparak ötelemeye çalıştığım hislerden mi uzaklaşmak istiyorum. Çok didiklemedim.
Teşekkür ederim Tanrı’m diye fısıldadım. Yirmi yıl önce kendime verdiğim sözü yerine getirip fısıldadım. Teşekkür ederim Tanrı’m. Hepsi bu. Dahası yok. Ellerimle çimenlerden güç alıp ayağa kalktım. Üzerimi temizledim. Yeşile, toza toprağa bulanmışım. Böyle iyi. Böylesi bir bulanmak iyi. Kendimden bunu beklemiyordum. Zamanla ölüyor mu hisler; inat, bekleyiş, hırs, özlem zamanla ölüyor mu? Hayır! Saklanıyoruz arkamıza. Yakalanmamak için de andan ana kaçıyoruz. Ve şimdi ben de bir cümle ile kaçıyorum bu andan.
“Çok mu beklettim?”
“Hayır, sen rahat ol. Beklerim ben.”
“Geliyorum hemen.”
“İçeri girecek miyiz?”
“Gireriz, sormayacak mısın?”
“Hayır, bu sana özel bir andı. Ve yüzündeki aydınlanma iyi bir şey olduğunu anlatıyor.”
“İyi bir şey yok, iyi şeyler yok Aslı. Arkamıza saklanıyoruz sadece.”
“Neyse, hadi gidelim.”
Gri duvarlar iyice sararmış. Merdivenler aynı. Üçüncü kattaki kütüphaneye uğradık ilkin. Asık suratlı şişman bir kadın kendini dünyanın hâkimi sandığı bir ukalalık ile insanda kitap soracak cesaret bırakmazdı. O da ne! Aynı kadın! Kadını görünce gamsız ve ukala insanların ihtiyarlamadığına karar verdim. Bakışlarından hep korkardım. Ama nedense şimdi içim bu kadına karşı şefkatle doluyor. Yirmi yıl öncesinin izlerini taşıyor da ondan mı? Tanıyacak mı beni? Aman be Enver, o kadar surat görmüştür ki seni neden seçip de hatırlasın şimdi? Ben geldim hanımefendi deyip ısrarla bakıyorum gözlerine.
Siz de kimsiniz beyefendi diyor. Ne tür bir insanım ben? Bir kütüphane görevlisinin tanımamış olmasına da kırılır mı insan? Kırılıyorum. Toplasam ne kadar cümle kurduğumu bile saptayabilirim bu kadına o yıllarda. Ama şimdi beni tanımasını istiyorum. Kendimi o zamanlara yamamak istiyorum. O zamanlar olmak istiyorum yeniden. İçimden suratsız kadın sen de diyerek hırsımı almaya çalışıyorum. Ve ben bu kadına aradığım kitabı sormayacağım. Aradığım kitap yok. Masaya geçip sınava hazırlanmayacağım. Sınav yok. Az sonra sınıftan arkadaşlar teker teker dökülmeyecek. Sınıf yok, arkadaş yok. Kalkıp amfiye yürümeyeceğim, amfi yok, ders yok.

Zamanı zamana bölüp sınavdan sonra sinemaya yetişmek için koşturmayacağım. Sinema yok, bilet yok. Bahçenin yeşilliklerine uzanıp, gitar dinleyip şarkı söylemeyeceğim. Gitar yok, Vedat yok, şarkı yok. Suna’nın iki kilometre uzaktaki evine gidip kahvaltı yapmayacağım. Suna yok, ev yok, kahvaltı yok. Ne çok şey yok? Aslı da yaşıyor mu şimdi bu duyguları? Bu yokları Aslı da hissediyor mu? Kütüphaneden çıkıp sınav sonuçlarının açıklandığı panonun önüne geldik. Aslı işte burada gözlerini kaçırdı benden. Eli mendiline gitti, gözyaşlarını sildi. Sonra da gülümseyerek baktı bana. Gördüm ben, bir ağlayıştan sonraki o gülümsemeyi gördüm. Uzanıp baktım panoya, bir sınavın ilan edilen sonuçları. Baktım panoya, isimlerimiz yok, yok. İsimler yavaş yavaş silinir bazı yerlerden. Siline siline azalır. En son mezar taşına taşırlar o isimleri. Bilmem. Sanırım oraya daha zaman var.
“Bak, duygusal olan sensin ama ben ağladım Enver.”
“Gürdüm.”
“Bu panoyu önemserdim.”
“Tamam, ağlama, hadi gidelim.”
Elimi omzuna attım Aslı’nın ve yavaş yavaş merdivenleri indik. Alt kattaki kantine geldik. Cıvıl cıvıl. Geleceğin umutları ile dolu. Ben bu cıvıltıyı seviyorum. Bir masaya geçtik. Bu kez cebimde para var. Ne istersem yiyebilirim. Yıllar önceki o fakirlikten öç alırcasına en göz alıcı yemeklerden ikimize de alıp geldim. Abartmamış mısın sence Enver diyor Aslı, hayır, az bile diyorum. Bu kez param var. Bu kez tedirgin, utangaç ve fakir değilim. Bu kez param var. Özgüven, cesaret ve doymak para ile satılan bir şey olmamalı idi. Parasızlık, kaybolmak olmamalı idi! Oldu! Ama haksızlık etme kendine Enver, kaybolmadın.
Şimdi tatlı bir anı, hepsi bu. Abartma! Bazı isimlerden ve bazı anılardan kaça kaça konuşup yemeğimizi bitiriyoruz Aslı ile. Kalktık masadan. Gitme vakti. Amfiye girmeyi göze alamadım. Sıralara, masalara bakmayı göze alamadım. Elimden tutup götürmeye çalıştı Aslı. Yapamayacağım dedim. O amfi hafızamda hep öyle kalmalı. Yetmiş altı arkadaşımın doldurduğu o son görüntüsü ile! Bunun için amfiye girmedim. Uzun koridoru geçtik. Bahçeye çıktık. Asık suratlı, şişman ve kendini dünyanın hâkimi sanan kütüphane görevlisi kadın gördüğüm son surat oldu.
Bir taksi ile şehir merkezine geldik. Bir pastanede çay içtik yine bazı isimler ve bazı anılardan kaçarak konuşa konuşa. Aslı beni kaldığım otele bıraktı. İstersen yarın uğurlayayım seni dedi, istemedim. Kimsenin ardımdan bakmasını istemem. Ardı sıra bakmak zor. Geride kalmak, el sallamak, kalan olmak zor. Bu, Aslı’ya zor gelmezdi belki ama istemedim. Ertesi sabah otele borcumu ödeyip otogara gittim. Bir anma, bir ödeşme, bir teşekkür etme zamanını bana yaşatan bu üç günlük izin için patrona alacağım hediyeyi düşündüm bir ara. Şehirler geçtim bazı anlar ve bazı isimlerden kaça kaça.