Aytmatov’dan “Gün olur asra bedel” uzun süreden beri okumayı istediğim bir kitaptı acaba “Beyaz Gemi” kadar sevecek miyim bilmiyorum zira bir çocuğun iç dünyasını “Şeker Portakalı” kadar güzel anlatmıştı.
Bu arada yazar Mihail Bulagakov’un doktorluğu bırakması da beni çok etkiledi, kitabını tamamlamak için mesleğini bırakması sanırım hayatındaki birinci önceliği yazmaya ayırdığını gösteriyor, yazma isteği o kadar güçlü ki toplumdaki konumunu, insanlara yardımcı olmak için büyük özveri gerektiren işinizi bırakıp hayatınızı tamamen yazmaya adıyorsunuz ancak yazdıklarınız baskıcı komünist rejim tarafından yasaklanıyor gerçekten çok üzücü olduğunu düşünüyorum.
Yazmak bir çeşit hastalık yada bağımlılık ama zararsız bir alışkanlık olduğu kesin,çok okumanın doğal sonucu da olabilir zamanınızın büyük çoğunluğunu okumaya ayırıyorsunuz ve belirli bir zamandan sonra okuduklarınızı aktarmak isteğini hissediyorsunuz, devamlı damlatan musluğun altına konmuş bir kova misali artık taşmaya başlıyor ve siz taşan su damlaları ziyan olmasın diye koyduğunuz yedek kap gibi okuduğunuz cümlelerin satırların yada uzun sıkıcı tasvirleri dahi kağıda dökmeye başlıyorsunuz bu bazen karşılıksız sevilene yazılan uzun mektuplar şeklinde bazen anılar yada denemeler şeklinde olabiliyor.
Bir öykü yada roman yazmakla ilgili en çok merak ettiğim konu yazarın giriş gelişme ve sonuç kısımlarını hafızasında tasarladıktan sonra yazmaya başladığımı yoksa yazarken aniden fikir değiştiriyorlar mı bu sorunun kesin bir cevabı olamaz ama imkan olsa bunula ilgili bir anket yapmak isterdim tüm yazarlarla yüzyüze konuşmak imkanım olsaydı elbette hepsi günümüzde yaşamadı ama büyük çoğunluk bence öyküyü zihninde şekillendirip sonuca bağladıktan sonra yazmaya başlamıştır.
Öyküyü zihinde tasarladıktan sonra yazmaya karar verdiğinden emin olduğum bir kitap bana göre “Beyoğlu Rapsodisi” üç yüz seksen beş sayfalık kitapta katilin kim olduğunu son sayfalara saklayarak olayları akışına bırakmadığını düşünüyorum, kitabı bitirmek için oldukça sabırlı olmak gerekiyor yazarın diğer kitaplarına göre daha az sevdiğim bir polisiye romanı ben kendisini günümüzün Peyami Safası olarak görüyorum, halk kütüphanesinde en çok yıpratılan kitaplar Ahmet Ümit’e ait olduğundan okumak için temmuz sıcağında yürüyerek gidip ödünç aldığım kitap oldu.
İkinci olarak sokak ışıklarında okuduğum “Kağıttan Kadınlar “da tamamen aynı denebilecek derecede benzerliklere sahip, bu nedenle aynı zamanda ikisini de okumak itiraf etmem gerekirse sıkıcı oldu. Bu sıkıcı ortamdan neşeli ortama geçiş yapmak isteyenler varsa -aynı zamanda sayfaları çevirirken tebessüm etmek isterseniz- “Aslan Asker Şvayk” aradığınız güzellikte, polisiye romanlardan sıkıldığım bir zamanda elime geçti ve hafta sonunu tüm parasızlığıma rağmen neşe içinde geçirmemi sağladı bu nedenle yazarı Yaroslov Haşek’e bu güzel hafta sonu için teşekkür etmeliyim.
Arka planda birinci dünya savaşı olmasına rağmen karakterleri seçiminde ve yalın cümleleriyle asla sıkmadan okunan eğlenceli bir kitap. Askerliğini yapmış herkes için hayata dikenli tellerin ardından baktığınız günlerinizi acı tatlı hatıraları ile yeniden anımsadığınız günleri yaşayacağınızdan emin olabilirsiniz.