Bir şehri özlediğinizde kendinizi neye benzetiyorsunuz? Siyah beyaz bir filmin içinde oluveriyorum ben. Özlemek ve nostalji iç içe giriyor çünkü. Ve en çok İstanbul’a yakışıyor özlemek…
Siz hiç Balat’ın Arnavut kaldırımlarında bir akşam serinliğinde yürüdünüz mü? Hele bir de yalnızsanız, göçmen kuşu olduğunuzu falan hayal edersiniz. İstanbul deyince her ne kadar martılar gelse de akla, bu güzel şehrin her köşesinde mevsimine göre uçmak isteyen kuş olmak istersiniz.
Dedim ya! Bir de sürüden ayrılmış bir kuş gibi yalnız uçuyorsanız, tek yoldaşınız kalbiniz oluverir. Neden İstanbul ve kalp diye yan yana getirip yazıyorum ki? Cennet gibi ülkemizde çok daha güzel şehirler yok mu?
Var ! Var olmasına var da İstanbul’un kalbin ritmini değiştiren mistik havasını hiçbir şehirde solumadım ben.
İnsan eşsiz bir semtte, ev diplerine konmuş teneke saksılardaki fesleğenlerle bir ortak noktasını bulabiliyor. Surları olan bir şehirde acısını yıkık surlara benzetebiliyor Denizine bakınca derin özlemlerini bir daha içine çekebiliyor.
Fotoğraf makinemizin kadrajını ayarlarken, tüm ihtişamıyla Kız Kulesi’nin gülümseyişini yakalamaya çalışırsınız ama aslında o sizin fotoğrafınızı çekiyordur. Otuz yıl bir yastığa baş koyduğunuz eşiniz gibi yorgun gülümser yüzünüze ve durup şöyle bir güzelliğine bakarsınız . O anda içtiğiniz çay, yediğiniz simit bile gülümseyebilir size. Bir zabıta sesiyle irkilirsiniz fazla dalarsanız eğer. Ama artık tekdüze olmalıydı bu irkilmeler! Hayır! Bu şehire alışamazsınız, ezberlediğiniz her köşe daha fazla çeker sizi.
Moda sahilinde hepsi birbirinden güzel kedileri gördükçe içlerinden bir tanesini kaçırıveresiniz gelir, evinize neşe getirsin diye… Bu dört ayaklı canlılar sanki bir tek bu şehirde daha güzelleşir.
Siz hiç Kadıköy’de bir akşam güneşinin kızılılığında, minik kayaların üzerinde oturup güneşle beraber battınız mı ? Gövdenizin sol yanının sessiz çığlıklarında, biten günü selamladınız mı? Kimimiz sol yanımızı batırdı güneşle, kimimiz sağ eliyle tuttu göğsünü susturmak için.
Sustu mu peki? Hiç bakıp dinlediniz mi?
Nişantaşı vitrinlerinde yansımanıza bakıp, iç içe geçmiş görüntünüzde kaç suret gördünüz? Suçladınız mı kendinizi “çatlak bir ayna gibi kırk parça görünüyorum, kırk yüz ve her bir parçamı kendimi kurtarmak için acımadan saplıyorum insanlara” diye.
Sonra kaçmak için İstiklal ve Galata’nın kalabalığına bırakırsınız kendinizi. Belki melodisini daha önce hiç
İşitmediğiniz müzikler çalınır kulağınıza. Dans etmek istersiniz ama insanların yüzleri hep asık! Ne olmuş ki bu kadar kederli ve öfkeli bakışlar bir arada? Neden koşar adım herkes? Bir yanda özgürlük çığırtkanlığı yapanlarla diğer yanda ruhları tutsak insanlar çarpışıyor. Ortalık toz duman…
Cebinde parası olan Çiçek Pasajı’nda, Kumkapı’da, ya da bir balıkçı meyhanesinde gönlünü demlendiriyor. Rakı denizinde balık olma hayalleri içinde, asıyor kendisini hayat denen oltaya aşkla…
Kimi de içindeki eksikliklerini yakıp ısınıyor sahilde, elinde bir bira kutusuyla…
Beyoğlu’nda akşam sefası, Eminönü’nde balık ekmek arası…Kanlıca yoğurdu, Vefa bozası…. Beykoz’u, Kuzguncuğu, Aşiyan yolları, Bebek’i… Saymakla biter mi güzelliği?
Ortaköy’den Beşiktaş’a ağaçların altında yürüyüp dizlerinizi sıvazladınız mı hiç, kalp ağrınıza eklediniz mi?
Akşam esintileri öyle tatlı yalıyor ki yüzünüzü, tarih kokusuna karışmış, aşk kokusu çalınıyor burnunuza.
Yakamozlar eli böğründe izlettirir kendini, aya uzanarak. Sonra şairin dediği gibi “Bu kent dişi” diye düşünürsünüz…Yüzyıllar boyu kaç aşka mezar olamamış bu şehir, hep efsaneleştirmiş duyguları. Ağrıyan kalbinin nedeni insan mı şehir mi anlayamıyorsunuz.
Çünkü hisleriniz hiç bu kadar sizden yana olmamıştır, canınız büzülmemiştir!
Ah İstanbul!
Çiçekçi kadınların kadar bile hatırımız yok ki! İki yalana, sende bıraktığımız kalbimizi geri alalım …
Sevgiyle kalın efendim…